Koltuktan Divana…Divandan Skype’a… Analizanın, Analistin ve Psikanalizin Göçü

Yavuz Erten

Psikanaliz ve psikoterapi arasındaki bir yanda farklar ve süreksizlikler, diğer yanda ortaklıklar ve sürekliliklerle ilgili düşünce ve tartışmalar psikanaliz literatürünün içinde zaman zaman alevlenerek devam eden bir konudur.

Hepimiz psikanalistlerin ağzından çok dökülen “bu psikanaliz değil” cümlesine aşinayızdır. Bu cümle psikoterapiyi tanımlamaz ama psikanaliz olmayanı tanımlar. Bu cümle bir bakıma psikoterapinin psikanalizin negatifi olarak tanımlanmasıdır. Her psikanalist bu ayrım ve karşılaştırmaya bu kadar siyah-beyaz olarak bakmıyor ki yukarıda sözü edildiği gibi, iki olgu arasındaki süreklilik ve ortaklıklardan da söz ediyoruz (Busch, 2011; Kachele,2011; Wildlöcher, 2011). [1]

Psikanaliz pratiğinin bir kısmı, özellikle ülkemizi göz önüne alırsak psikoterapi çalışmasından psikanalize geçiş çalışmalarıdır. Psike İstanbul’dan bir örnek vermem gerekirse, derneğimiz bünyesindeki eğitim analistlerinin belli bir süredir en çok ilgi gören klinik seminerlerinin konusu psikoterapi çalışmasının psikanalize dönüştürülmesi oldu.

Literatürde de üzerinde çok çalışılan bu mesele (Bernstein, 1983, 1990 ve 2010; Oremland&Fisher, 1987; Gill, 1988; Joseph, 1990; Pigman, 1990; Stolorow, 1990)  bir başlık altında bir çok alt başlık içerir: Bunlar öncelikle analiz edilebilirlik, endikasyon, kontrendikasyon, prognoz, geçişteki kritik zaman sınırı; uzun süren psikoterapiyle başlamak zorunda kalan süreçlerdeki analizlerde teknikte bir modifikasyon gerekip gerekmediği vs.dir ( Guttman, 1960; Psolino, 1981; Ehrenberg, 1992; Frosch, 2006; Rothstein, 2006).

Bütün bu tartışmalara burada yer vermek zaman sınırı açısından zordur. Ancak bugün burada bulunuş sebebimiz olan sempozyumun teması açısından baktığımız zaman analizanın koltuktan divana geçerken yaşadığı göç ve kaybın onun ruhsal süreçleri üzerindeki etkisi ruhsal açıdan önemli ve anlamlıdır.

Bu kayıp analizanın simgesel alanının ve bununla bağlantılı mentalizasyonunun gelişimine katkıda bulunur. Depresif pozisyonun gelişimsel katkısını çok edinememiş bir kişi simgesel kapasitesi nispeten düşük bir yapıdadır ve ancak temel bir psikoterapi çalışmasının getirdiklerinden sonra divana daha rahat geçebilir diye bir düşünce vardır. Ancak bu önermelerin kafa karıştırcı olan ve tartışmaları alevlendiren şöyle bir tarafı da vardır: Simgesel kapasitesi düşük birisi divan için iyi bir aday olmayabilir ancak simgesel kapasitesinin gelişmesi için de psikanalitik konumun yarattığı konum bir yardımcı değil midir? Bu teknik tartışma bizi sadece kuramsal düzeyde kaldığımız tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan ikilemine kilitler. Oysa klinikteki bilgi ve deneyimle oluşan terzi dikimi yaklaşım her analizan için özel bir durum olduğunu bize öğretir. Öyle bir klinik olgu vardır ki simgesel kapasitesi düşüktür ancak analist bu kişinin divana geçtiği zaman bu kapasitenin artacağına dair işaretleri görür; diğer bir olguda divana geçiş simgesel alanın genişlemesi ve gücünün artışı değil hastanın varolan başa çıkma kapasitelerinin iyice örselenmesi ve psişik dünyasında dağılma riskinin ortaya çıkmasına da neden olabilir (Migone, 2013). Bu arada bu söylediklerimizle analistin tahmin ve yargılarına şaşmazlık ve tümbilirlik atfetmediğimi de eklemeliyim. Koltuktan divana geçirilen ancak sonra divandaki seyrindeki olumsuzlukla tekrar koltuğa alınan vakalar da vardır.

Divandan koltuğa geçişte bugün bizi birincil olarak ilgilendiren meselenin bir ayrılık ve göç olduğunu söylemiştik. Bu olgular bu sempozyum boyunca değişik konuşmacılar tarafından ele alınan ve alınacak olan ruhsal gelişim yolculuklarındaki göç, kayıp, ayrılık, sürgün, kovulma, vaad edilen toprağa ulaşma, yaşam alanı bulma, yer-leşme deneyimlerini su üstüne çıkartıp ruhsal olarak çalışmayı imkanlı hale getirecektir.

Klinik Örnekler

Şimdi odanın içindeki bu yolculuğu (göçü) yaşamış çeşitli kişilerin hikayelerinden kısa klinik vinyetler üzerinde duracağım. Bu vignetlerden sonra, güncel bir başka göçün yani odadan skype’a geçişin kuramsal ve klinik yansımalarına odaklanacağım.

Yaklaşık üç aydır yüz yüze psikoterapide olan otuzlu yaşlarda bir kadın olan Bayan A. son seanslarında bir süreç tıkanması ve konuşulan konuların aşağı yukarı hep aynı şeyler olmasına bağlı sıkıntılar dile getiriyordu. Bayan A. uzun yıllardır devam eden depressif semptomlarından ve sosyal yalıtılmışlığından mustaripti. Anlattığı her şey eninde sonunda yeni tanıştığı insanların onu sıkıcı bulup bulmayacakları ve onunla ilişkiye devam edip istemeyecekleriyle ilgiliydi. Yaşamında çok az yeni şey oluyordu. Yaşamında hiç heyecan yoktu; yeni bir şeye ilgi duymak ve öğrenmek ona çok zor geliyordu; hiç bir şeye merak duymuyordu ve üç ay boyunca cinsellikle ilgili hiçbir şeyden bahsetmemişti.

Bu sırada Bayan A. sürekli olarak odadaki divana bakmakta ve iç geçirmekteydi. “Artık bir değişiklik gerekiyorsa…” dedi gözleri gene divanda ve arkasından ekledi. “Bu şekilde bir şey olmuyor. Ben bitirmeye karar verdim. Ben de “bu şekilde bir şey olmuyor dediniz ve gitmeye karar verdiniz. Belki koltuktan gitmek istiyorsunuz. Koltuktan divana gitmek istiyorsunuz”. Bu yoruma itiraz etti. Aklından hiç böyle bir şey geçmediğini, nasıl olup da böyle bir çıkarım yaptığıma şaşırdığını söyledi. Seansın kalanı ve sonraki seans benim yorum konusunda ısrarım ve onun karşı koyuşuna sahne oldu. Alışılmışa göre fazla ısrarcı oluşum ve sonunda bu karşıtlığın bir tartışmaya dönüşmesi beni şaşırtmıştı.

Israrlarım karşısında hem heyecanlanmış hem de kaygılanmış görünen, Bayan A. sonunda divana yatmayı kabul etti. Oldukça sesiz geçen ve çoğunlukla bedensel olarak kasılmış bir görüntüde olduğu ilk seanstan sonra Bayan A. nın görünümü ve kıyafetleri gitgide kadınsılaştı. Divana sedir veya divan değil “yatak” diyordu. Süreciyle ilgili bir şey anlatırken de “ben yattıktan sonra…ben yatmadan önce…” diyordu.

Divandaki ilk ayının sonunda bana yönelik romantik duygularını seslendirdiği zaman benim sessiz kalmam ya da içeriği yorumlamam onu çok kırdı. Küçük düştüğünü hissetmişti. Kıyafetleri eski aseksüel özelliğine döndü. Beni onu baştan çıkarmakla, oyuna getirmekle, tuzağa düşürmekle suçluyordu. Benim çok değiştiğimi ve artık onun karşısında otururken görüp tanıdığı ve güvendiği kişi olmaktan çıktığımı söylüyordu. Artık istese de koltuğa yani terapiye de dönemezdi çünkü tanıdığı o terapistini kaybetmişti. “Nasıl oldu da terapistim buna izin verdi? der gibisiniz” dedim.  Süreç içinde, bazen sınırsız davranan ve kızını baştan çıkaran ancak diğer yandan tutarsız şekilde ahlakçı hale gelen ve kızına  “eteğiyle doğru oturmasını” söyleyen babası ve bu babanın baştan çıkarıcılığı karşısında sessiz ve güçsüz kalan, kızını genç kız bir kadın olarak görmektense onu bebeği olarak tutan kendisi de çok aseksüel olan annesinden bahsetti.

Bayan A. nın analizindeki koltuk ve divan arasındaki mesafe bir kaç metreydi ancak buraya hepsini sığdıramayacağımız pek çok detayı barındıran geniş bir öykü sığıyordu.

Bay B.  yirmili yaşlarının sonunda ağır obsessif semptomları olan, bu yakınmalar sebebiyle uzun zamandır psikiyatrik tedavi gören genç bir erkekti.

Yüz yüze yaptığımız bir kaç seansta sürekli “evet ama…” tarzı, benim zihinsel süreçlerimi kontrol etmeye çalışan sorgulayıcılığı ve şüpheciliği; entellektüel ve rasyonel uzun konuşmaları, analitik bir düşünce ve meraka yer bırakmayan zihinselliği ile bir terapi çalışmasıyla ilerlenmeyecek bir görüntü yaratmıştı. Terapist olarak düşünme ve hareket etme alanımın kalmadığını hissediyordum. Yüz yüze ilişkimizde her mimik ve jestimi takip ediyor ve bunlara yönelik yorumlamalarda bulunuyordu. Edilgenliğe hiç tahammülü yoktu ve odadaki bir çalışma illa da olacaksa koltukları değişerek bunu yapabileceğini ifade eder gibiydi. Onun canımı sıktığını, çalışma keyfimi kaçırdığını hissediyordum.

Onun koltuktan divana göçünde şöyle enteresan bir “sahnelenme” (enactment) yaşandı. Bay B. Beş yaşına kadar gece korkuları sebebiyle anne, babasının yatağında yatmıştı. Çok sayıda terapiste ve doktora götürülmüş ancak sorun bir türlü çözülememişti. Beş yaşındayken bu probleme gece alt ıslatma problemi de eklenince tahammülsüzleşen babası onu her türlü karşı çıkışına ve ona “kıyamayan” annesine rağmen odasına yollamıştı.

Bay B. divana geçtikten sonra daha kısık sesle konuşmaya başladı. Söylediği şeyleri işitmekte zorlanıyordum. O sıralarda içinde bulunduğu yeni durumun edilgenliğiyle böyle başa çıktığını düşündüm. İçindekileri verir gibi yapıyor ancak aslında vermiyordu.

Seanslar ilerledikçe sesi iyice kısıldı. Duymakta zorluk çekiyor, kendimi koltuğumdan sola doğru -divana doğru- eğilmiş buluyordum. Bazen de “duyamadım” diyordum ve o tekrar ediyordu.

Söz konusu seansta sesi tamamen bir fısıltı halindeydi. Söylediği şeyi tam anlayamadığım için “duyamadım” dedim. Aynı şeyi tekrar etti ancak sesi bir önceki kadar kısıktı tekrar anlayamadığımı söyledim. Gene aynı şey yaşandı. Vazgeçebilirdim ama üçüncü kez anlayamadığımı söyledim. Bu arada yerimden iyice doğrulmuş ve divana doğru eğilmiş vaziyetteydim. O bu sefer tepkisel, kızgın ve yüksek sesle, “sağır mısın?” der gibi bağırarak ve divandan neredeyse doğrulup arkaya dönerek yanıtını tekrar etti. Patlayan sesi kadar, hızla bana doğru yönelen kafası da beni irkiltti çünkü az daha kafa kafaya çarpışıyorduk. Kendimi son anda geriye doğru çektim ve hafifçe doğrulduğum koltuğa kendimi bıraktım. Kendini divana bıraktıktan sonra beş on saniye bir sessizliğin arkasından uzun süren ve çok yüksek sesli kahkaha patladı. Ben de kendimi sinirleri boşanmış şekilde gülerken buldum. Benim gülmem biraz sonra durdu ancak Bay B. ninki devam ediyordu ve tonu abartılı ve garip hale geldi. Bir noktadan sonra bu sesin bir ağlama mı gülme mi olduğunu ayırt edemez duruma geldim. Ağlama mı gülme mi olduğunu hala da bilmiyorum. Bu sırada ben kendimi belli bir mahcubiyetle uzun uzun konuşan, görünürde yorum olan ama aslında duygularımı örten bir etkinliğin içinde buldum. Sonra ikimiz de sessizleştik ve o ayağa kalktı. Seans bitmişti. Çoğu zaman benim seansımı bitiren sözlerim olmadan saate bakar ve kendi ayağa kalkardı. O çıkarken saate baktığımda seansın sonuna daha on dakika olduğunu gördüm.

Bir sonraki seansta Bay B. anneyle babanın odasından yollanmasından sonraki günlerde yaşadığı bir olayı anlattı. Bir gece anne babası onu yatırmışlar ve sonrasında her zaman olduğu gibi salonda televizyon seyretmeye devam etmişlerdi. Bay B. yatağını terk etmiş anne ve babasının yatak odasına gitmiş ve yatağın altına saklanmıştı. Uzun süre bekledikten sonra anne baba odaya gelmişler ve yatağa yatmışlardı. Yataktaki konuşmalarını ya bulunduğu pozisyondan dolayı iyi duyamıyor ya da onlar fısıltı halinde konuşuyorlardı. Ne yaptıklarını ve ne konuştuklarını çok merak ediyordu. Daha iyi duymak için yatağın kenarından başını biraz dışarı çıkarmıştı. Bunu yaptıktan sonra yataktaki bazı sesler daha çok ilgisini çekmiş ve kendini yatağın altından epey çıkarıp başını kaldırıp ne olduğunu görmek isterken epey ses çıkarmıştı ki babası şüphelenmiş ve yatağın o tarafına eğilmiş ve kafa kafaya çarpışmışlardı. Sonrasında babasının uluma gibi çıkan sesini ve suratında patlayan şamarı hatırlıyordu. Bunun ardından o babaya kekeler gibi bir şeyler söylemiş ve ardından babası tarafından odadan kovulmuştu.

Odada sahnelediğimiz anlar yüksek bir yoğunlaşmayla, fısıltıyı, duyamamayı, gülme mi ağlama mı belli olmayan çığlığı, kafa kafaya çarpışmayı, saçma sapan kekelemeleri, odadan kovulmayı içermişti.  Bu sahnenin çalışılmasını takip eden günlerde Bay B. yüz yüze görüşürken divana yatacağını hiç düşünmediğini, divana başkalarının yattığını düşündüğünü ve bununla bağlantılı olarak odaya hep bir böcek yerleştirip benim analiz seanslarımı dışarıdan dinleme düşlemi kurduğunu söyledi. Ben “belki bu sebeple divana geçince fısıltı halinde konuşmaya başladınız” dedim.

Bu fısıltı meselesine konuşmamın ileriki bölümlerinde özellikle Skype seanslardan bahsederken tekrar döneceğim.

Süpervizyonunu yaptığım bir vaka olan Bay. D. geç kırklı yaşlarda bir terapi hastasıydı. Son bir kaç senedir yoğunlaşan taşıtlara binme fobisi onun iş yaşamını zorlaştırmaya başlamıştı. İki defa üste üste uzun uçuşlarda geçirdiği panik ataklardan sonra önce uçak sonra tüm taşıtlara yönelik kaçınma davranışı ortaya çıkmıştı. Analisti süpervizyon sürerken benim de görüşümü alarak vakayı divana almaya karar verdi. Ne var ki, bu süreçte Bay. D. nin apatik bir hale gelmesi bizi düşündürtmüştü. Normalde duygularını rahat ifade eden ve bunları düşünceleriyle birlikte el alabilen Bay D. konuyla ilgili hiçbir tepki vermemiş ve “siz nasıl uygun görürseniz” demişti.

Bay D. ekonomik sınıf olarak üst düzey bir ailenin çocuğuydu. İlkokulu bitirdikten sonra o yıllarda tek tek girilen tüm kolej sınavlarına girmiş ve hiçbirini kazanamamıştı. Bunun üzerine ikisi de kolej mezunu olan anne babanın gururları çok incinmiş ve onu bir Avrupa ülkesindeki bir koleje yollamaya karar vermişlerdi. Bay D.nin bu gelişmeden son anda haberi olmuş ve kendini dilini bilmediği bir ülkenin dağlık bir kesiminde dünyadan yalıtılmış gibi olan bir yatılı okulda bulmuştu.

Bay D. divana geçtikten sonra sık sık divanda uyumaya başlamıştı. Bunu zorla taşıta binerken aldığı Xanax’ın yarattığı uyku verici etkiye benzetmişti. Espriyle karışık “divan beni tuttu galiba” demişti.

Sonrasında çağrışımlar başka yerlere gitti. Bay D. yatılı okula gittikten sonra ciddi şekilde hastalanmıştı. Ciğerlerinden geçirdiği oldukça tehlikeli ve uzun süren hastalık sırasında o ülkede hastaneye yatırılmıştı. Bu sırada anne babası bir kez ziyarete gelmişler, çocukla daha çok babasının o ülkedeki ortağı bir kişi ilgilenmişti. Bay D. hastaneden bahsederken sürekli olarak “yataklı hastane” diyordu. Okuldaki yatakhaneden “yataklı hastane”ye geçmişti. Hastane günlerini sürekli uyuduğu ya da uyutulduğu günler olarak hatırlıyordu.

Bay D.nin analizi onun divandaki uykulu haline eklenen dışarıdaki uykulu hali ve ortaya çıkmaya başlayan halüsinatif deneyimleriyle bize bir türbülans yaratıyordu. Psikiyatrist olan supervisee’m Bay D.nin böyle giderse bir “yatış hastası” olacağından şüphe etmeye başlamıştı. Ben kendimi çok ciddi olan bir durumda ilgisiz ve kayıtsız bir ebeveyn gibi hissetmeye başlamıştım. Gitgide ağırlaşan tablo ikimizi de endişelendirmişti. Sonunda Bay D.nin divan sürgününü bitirip onu tekrar koltuğa davet ettik. Koltuğa geçtiği ilk seansta yüzünde muzip bir ifadeyle analistine/terapistine “bizim analiz işi yattı galiba” demişti.

Yaşanan deneyimlerin ayrıntılı çalışılmasının ardından, koltuğa geçişinden dört ay sonra özellikle kendi isteğinin varlığıyla, -narsistik olarak yaralanmış ebeveynler değil ya da narsistik arzu ve hedefleri olan analist-süpervizör ortaklığı değil- kendi inisiyatifiyle divana döndü. 

Bu üç klinik öykü her bir koltuktan divana geçiş yolculuğu öyküsünün genel endikasyon, formülasyon ve prognoz gibi genel değerlendirme eksenlerine tabii olduğunu ancak her bir yolcunun kendi nesne ilişkilerini sahnelediği zengin bir alan açılımı yarttığını gösteriyor.

Skype

1990’lı yıllardan itibaren günlük yaşamlara girip, herkesin kullanımına açılan internetle birlikte hayatlarımızda, öznelliklerimizde, ilişkilerimizde, ruhsallıklarımızda çok şey değişti.

Bu değişikliklerin mesleki yaşamımıza yansıyan pek çok yanı var. Bunların gerçek sonuçlarını henüz bütünüyle değerlendiremiyor ve kestiremiyoruz. Bu çok boyutlu etkinin oldukça somut görünen yüzlerinden biri Skype uygulamasıdır. 2000’li yılların başında Estonya’da yaratılan bu uygulama analiz, terapi ve eğitim uygulamalarında fiziksel birliktelik şartını ortadan kaldırmışa benziyor.

Telefon psikanalizi 1950’lerden itibaren bilinen (Saul, 1951) bir olgu olmasına karşın etkisi ve kapsamı ve de üzerine tartışmalar psikanaliz camiasında fazla bir yer işgal etmemişti. Az sayıdaki makalede böyle bir uygulamanın ancak özel koşullarda (örneğin yatağa bağımlı hale gelmiş bir hasta; çeşitli kriz durumları, fobik hastalar, prematür bitişe yol açabilecek göç durumları) uygulanabileceğine ve her zaman da en iyi seçenek olmadığına (only “second best”) dair bir kanaat oluşturmuştu (Aronson, 2000; Lindon, 2000; Sachs, 2003). Makalelerin sonuç bölümlerine baktığımızda, telefon analizine şüpheyle bakan ve bir uzlaşım olarak gören analistlerin sayısının hiç az olmadığını görüyoruz.

Aradan geçen senelerde ortaya çıkan yeni teknoloji ve bunun en popüler ürünü Skype söz konusu olunca değişen şey nedir?  Sese sadece görüntünün eklenmesi mi? Bu unsur çok da büyük fark yaratmasa gerekir çünkü özellikle analizden bahsediyorsak analisti görmek bizim hikayemizin alışıldık parçası değildir. Skype analizi telefon analizi kadar çabuk ve kestirme bir şekilde göz ardı edilmemişse bunun sebebi çağın ruhunun internetle tamamen değişmeye başlaması mıdır? Analist olsun analizan olsun artık 1970’lerin insanıyla karşı karşıya değiliz galiba.  Bu yeni insan geçmişte imkansız gibi görünen çok şeyi inanılmaz bir hız ve kolaylıkla yapabilen bir türdür. Gerçekliğin sınırlamasının azaldığı ve haz ertelemenin zayıflamaya başladığı bu çağda ayrılık ve kayıpla ilgili algılarımız, duygularımız ne durumdadır? Belki de yeni çağın insanı her zaman bir kolayını buluyor. Gecikmeye, engellenmeye, beklemeye, vazgeçmeye tahammülü çok fazla değil.

Psikanaliz camiası içinde görüntülü teknolojileri özellikle psikanaliz eğitiminde kullanmaya 1990’lı yıllardan itibaren başladığını bildiğimiz Jill Scharff 2010 ve 2012 tarihli iki makalesinde analizde skype kullanımını etraflı ele alır. Genel anlamda skype kullanımına karşı olmayan Scharff bu setting’in kendine özel bir atmosferi olduğunu ve bu atmosferin “in-person” (analist ve analizanın fiziksel olarak aynı odada bulundukları seans)  seanslara göre artıları eksileri olduğunu belirtir. Sözel olmayan iletişimin devre dışı kalması, teknik aksamaların iletişimi bozması, görüşme yapılan ortamın sürekliliğinin risk altında oluşu önemli eksiklikler olarak görülebilir.  Ancak ona göre bu ortam, bu atmosfer dezavantajlarına rağmen tamamen anti-analitik değildir. Bu ortam in-person seanslarına göre farklı sanal ortamıyla o ortamda ortaya çıkmayan veya zor çıkacak olan düşlemleri, aktarım süreçlerini görünür hale getirebilir. Scharff verdiği bazı klinik örneklerde in-person seanslarda ifade edilmeyen bazı şeylerin skype seanslarda daha rahat söylenebilmesine de değinir. Scharff çerçevenin güvenlikle ilişkisine de değinerek VOIP telefon teknolojisi kullanan Skype’ın güvenli bir teknoloji olduğunu iddia eder.  VOIP packet switching adı verilen bir sistem kullanmaktadır. Bu da enformasyonu fragmented bundles olarak taşır. Ne var ki Scharff’ın makalesine bir yanıt yazan Churcher (2012) bu bilginin doğru olmadığını iletir. Churcher’a göre Skype iletişimi şifrelenmemiştir ve kolayca çözümlenebilir. Uluslararası Psikanaliz Birliği’nin (IPA) resmi talimatnamelerinde de artık Skype analizleri yadsınamaz bir olgu olarak kabul edilir ancak bu teknolojinin yeterince güvenli olmadığı konusunda da uyarı yapılır. Bu konuda can sıkıcı iddialardan birini 2017 yılında Lahey’deki Avrupa Psikanaliz Federasyonu toplantısındaki Skype konulu özel oturumda duydum. Bu tür iletişimleri sağlayan şirketlerin hükümetlerle anlaşma yaparak tüm görüşmelerin bir kopyasını devletin iletişimden sorumlu dairesine yolladıkları iddia edilmişti.

Konuyla ilgili çok boyutlu bir makale yazan Migone (2013) Skype kullanımıyla ilgili peşinen evet ya da hayır demeden psikanalitik tekniğin kuramıyla Skype kullanımının “ne zaman, hangi koşullarda, kimle?” gibi soruların yanıtlarıyla değerlendirilmesini savunur. Migone ünlü analist Kurt Eissler’in 1953’te yazdığı ünlü makaleye gönderme yaparak, temel psikanaliz tekniğinin modifiye edilmesinin parametrelerini tartışır. Eissler’e (1953) göre, göre teknikle ilgili hiç bir şeyi değişmez veya farklı ele alınamaz olarak düşünmek tabular yaratır. Psikanaliz-psikoterapi tartışmalarındaki çoğu nokta bu tür tabusal bataklığa takılmıştır. Bu parametrelerde önemli olan nokta araçlar değil amaçlardır ve değişen analist-analizan karşılaşmalarında amaçlara uygun olarak değişimler olabilir. Eissler temel psikanalitik teknikteki her modifikasyonu parameter olarak adlandırır ve bu parametrelere hala psikanalitik sıfatını verebilmemizin dört kriteri olduğunu söyler: 1- Standart tekniğin yeterli olmadığı durum. Örneğin ileri derecede ego yetersizliği olan birisinin klasik tekniğe tahammül zorluğu; 2- Standard teknikteki değişimin o teknik özelliğin bütünüyle ortadan kalkması anlamına gelmemesi; 3- Teknik değişimin analiz bitmeden ortadan kaldırılmış olması; yani klasik tekniğe dönülmesi; 4-Bu parametrenin yani teknik değişimin etkisinin , onu aktarım yorumlarıyla kapsayamayacak kadar büyük olmaması.

Migone bu kriterler üzerinden tartışarak, internet analizinin klasik tekniğin bir parametresi olduğu sonucuna varır. Aynı çeşitli analitik psikoterapi uygulamalarının psikanalizin parametreleri olmasında olduğu gibi…Ancak yolun başındaki bir analistin psikanaliz ve psikoterapi uygulamaları arasında tercih yaparken ya da yolun ortasında böyle bir parametreye başvururken nasıl öncelikle bu tercihlerde kendi karşıaktarımsal payını düşünmesi gerekiyorsa, Skype analiz parametresinde de değişiklik kararının arkasındaki karşıaktarımsal katkısını hesaba katmalıdır. Migone bu vurgularda analistin tercihine çok vurgu yapar ancak günümüzdeki Skype analiz uygulamalarıyla ilgili konuşmalarda “tercih” kavramından çok “mecburiyet” vurgusuna rastlıyoruz. Acaba “mecburiyet” konusunda hem aktarım hem karşıaktarım tarafında bu derece kesin emin olma hali, bu parametreyi, yani teknikte Skype’a geçme değişikliğini sorgulanamaz, üzerine düşünülemez bir uzlaşım olarak haline mi getirmektedir?

In-person seanslarda olup Skype seanslarda olmayanın ne olduğu üzerine tartışmalarda bedenlerin aynı odada olup olmaması meselesi merkezi önemdedir. Analizanı sadece kulaklarımız ve gözlerimizle dinlemediğimizi, beş duyumuzla ve bunların cross-modal etkileşimlerinin merkezi olan bedenimizle dinlediğimizi düşünürsek (Chodorow, 2012) eksik olanın adını daha fazla koyarız. Bu dinlemenin bilinçöncesi ve bilinçli düzeyde süzebildiğimiz yanları kadar, tamamen bilinçdışı iletişim özellikleri de mevcuttur. Söz öncesi dönemden kalan ve beden belleği düzeyinde varlığını sürdüren olguların proto-sembolik yapılara dönüşmesi sürecini bedensel haller olarak izlememiz mümkündür. Bu deneyimleri kendi üzerimize çalışarak, metaforik bir dile yakınlaşarak, görselleştirerek, bir kinetic estetiğe başvurarak nlayabilir ve açıklayabiliriz.

Bu konuda yazılmış en güzel makalelerden birinde Bayles (2012) bedenler-arası bağlanma (inter-corporeal relating) örtük ilişkisel biliş’i (implicit relational knowing) sağladığını iletir. Bu örtük ilişkisel biliş de analitik diyalog için gerekli görülür.

Bayles üç boyut eksikliği, teknolojik iletişimde gecikme (ritm ve senkronda kaymalar), görüntüdeki sınırlı çerçeve (sadece kafa ve omuz görüntüsü) ve çevresel görüntü (periphereal vision) eksikliğinin olumsuz etkileri üzerinde durur. Bayles kişisel deneyiminden bir örnek vererek görüntüde zaman zaman yaşanan donmaların paranoid eğilimli bir hastada yarattığı zorluğa değinir. Ayrıca video görüntüler veya bir fotoğraf görüntüsündeki yüzümüzle bu teknolojik araçların dışındaki görüntümüzdeki ifade farklarının varlığına dikkat çeker.

Skype Deneyimlerinin Işığında

Benim Skype deneyimlerimde henüz analiz çalışmam yok (Skype’da yüz yüze terapi çalışmam var). Skype analiz yapan çok sayıda analistle görüştüm; yazılmış henüz fazla sayıda olmayan makaleleri okudum. Yazıların ve bizatihi meslektaşların bana aktardıklarındaki ortak kümelenmeleri anlamlandırıp tartışabilirim. Ancak bunun dışında benim analitik psikoterapi ve süpervizyon olarak yaklaşık altı senelik bir Skype deneyimim oluştu. Beş kişiyle Skype üzerinden uzun süreli terapi yaptım. Aynı sayıya yakın uzun süreli Skype süpervizyon deneyimim oldu.

Öncelikle, bu uygulamayı kullanan meslektaşlarımla yaptığım görüşmelerden gelen bilgileri de paylaşmak isterim. Yerli ve yabancı yaklaşık on meslektaşımla yaptığım görüşmelerde şu noktalar belirginlik kazandı:

  • Terapi veya analizde skype kullanılacaksa da temeli atan bir yüz yüze görüşme veya aynı odada görüşme deneyimine gereksinim olduğu ifade edildi. Öncesinde böyle bir temel olduğu zaman Skype sürecinin daha sorunsuz gerçekleştiği dile getirildi.
  • Skype ile gerçekleştirlen psikoterapi ve analizlerde shutlle analiz formatına benzer uygulamaların süreci daha işlevsel kıldığı belirtildi. Skype ile götüşülen başka şehir veya ülkedeki kişilerle yılda bir kaç kez odada seans yapılmasının yararlarına değinildi.
  • Aynı odada bulunulan süreçlerde çerçeveye saldıran hastalarla Skype gibi bir uygulamaya geçme konusunda iyi düşünülmesinin önemine değinildi.
  • Skype seanslara geçtikten sonra görüşülen fiziksel ortamlarda ortaya çıkan varyasyonların önünün alınması gerekliliğine dikkat çekildi.
  • Bazı analistler Skype görüşmelerin kendilerinde yorgunluk yarattığını söylediler. Bu yorgunluğun olası çeşitli açıklamaları dile getirildi: Her zamanki dinlemesinden farklı, daha fazla gayret göstererek dinleme zorunluğu; sürekli iki yüze bakma yorgunluğu; sürekli bir çeşit self-conscious oluşun yorgunluğu; bazı analistlerde aynı odada oldukları zaman olmayan bir kaygının yorgunluğu.
  • Bu kaygı nasıl bir şeydi: Analistler normalde olduğundan daha fazla yanıtlayıcılık içindeydiler. Skype ister istemez iki tarafın da fazla sessiz kalmadan karşılıklı mesajlar ilettikleri bir telefon konuşması diyaloğuna dönüyordu. Sessizlik biraz uzadığı zaman analizan veya terapi hastası “orada mısınız?” diye soruyordu. Belki bağlantı kopmuştu ya da görüntü kopmuştu. Analistlerin çoğu Skype seansı bittikten sonra “çok şükür bu sefer de sorunsuz atlattık” gibi bir duygu yaşadıklarını dile getirdiler. Bunun bilinçli düzeydeki sebebi olarak, teknolojik olarak her an sorun çıkartabilecek ve zaman zaman da aksamalara sebep olan bir ortamda bir seans daha yapabilmiş olma düşüncesine bağladılar.
  • Görüşme yaptığım kişilerin önemli bir kısmı zamanın çok farkında olduklarını ve bunun alıştıkları seans sürecine göre farklı ve zorluk yaratan bir durum olduğunu söylediler. Kimine göre ekranın hemen altındaki dijital saatten göz almak çok zordu.
  • Yüz yüze görüşmelerde kameraya bakmak veya ekrandaki kişinin gözlerine bakmak arasındaki bir kaç derecelik fark sorun yaratabiliyordu. Çoğu kişi bazen birine bazen diğerine bakıyordu ve bu da bir yorgunluğa yol açıyordu.
  • Literatürde de yer alan şekilde, analistin aynı odada yapılan seanslardaki oturma pozisyonunu muhafaza etmesi çalışmasını kolaylaştırıyordu. Yüz yüze yapılan seanslarda bu ayarlama güç olsa da buna çözüm bulmaya çalışanlar da vardı. Hastanın odada bulunsa sahip olacağı fiziksel görüntüye yakın bir boyutta oluşunu sağlayan geniş ekran görüntü avantaj yaratıyordu.
  • Skype görüşmelerin aynı odada yapılan seanslara göre daha farklı bir içeriği ve dinamiği ortaya çıkarabildiğini söyleyenlerin sayısı az değildi. Bir analist anlizanının Skype’a geçtikten sonra cinsel fantezilerini ve sırlarını daha rahat anlatmaya başladığını iletti. Bu analizanın siber seks sitelerini kullanan birisi olması ihtimali de zaman içinde ortaya çıkmıştı.
  • Zorunlu göç yaşayan hastalarda memleketle bu kadar canlı bir bağlantı travmatik göç deneyimi içindeyken destekleyici bir işleve bürünüyordu.
  • Bir analist bazı zor hastalarda Skype görüşmeleri sırasında yoğunlaşan bir kaygı yaşadığını iletti. Bu kaygısının köküne inmeye çalıştıkça gözünün önüne ekranda kendisine zarar veren hastasının karşısında yaşayabileceği çaresizlik geliyordu. “Canlı yayında intihar” gibi korkutucu kavramlar kullanıldı.
  • Birkaç analist analizanlarının konuşmalarının Skype gibi bir fantastik gerçeklikte somutluktan, günlük olgusal karakterden sıyrılıp gitgide daha gerçeklik ve düşlem; iç ve dış dünya karışımlarına dönüştüğünü iletti. Bu hali ile ona “siber geçiş alanı” adını verdi.
  • Diğer bazı analistler ise tam tersi bir görüşteydiler. Analizanları ya da hastaları uzak ve zor bir koşul ortamından telegrafik veya telefonik haber, havadis verir gibiydiler ve bu sebeple daha çok günlük somut olgularla, olaylarla sınırlı kalıyorlardı.

Klinik örnekler

Şimdi kendi deneyimlerime odaklanarak, iki skype psikoterapi sürecinden kısa vinyetler aktarmak isterim,

Bayan G. ile sürdürdüğüm psikoterapi çalışması kendisinin ülkedeki mecburi koşullar sebebiyle yurt dışına gitmesi sebebiyle yarım kaldı. Her şey çok ani gelişmişti. Bir kaç gün içinde başka bir ülke ve öngörülemez şartlar içinde bulmuştu kendini. Devam edip edemeyeceğimiz, devam edeceksek nasıl olacağıyla ilgili hiç bir şey konuşamadan çalışmamız yarım kalmıştı. Bir kaç mail haberleşmesinden sonra kendisiyle Skype üzerinden görüşmeye başladık. Bu çalışmanın çerçevesini onun geçiş ve adaptasyon döneminde bu şekilde devam etmek daha sonrasında yeni ülkesinde başka bir terapistle devam etmesi opsiyonu başta olmak üzere diğer seçenekleri değerlendirmek üzere konuşmuştuk.

Bayan G. ile çalışmamızın içine dalan gerçeklik ikimizi de travmatize etmişti. İkimizin de devam etmeye en azından olgun şekilde vedalaşacak kadar devam etmeye ihtiyacı vardı. Bu olağanüstü durum ki bunun içinde onun barınma problemleri, parasal sıkıntıları, akut olarak gelişen sağlık sorunları, yakınlarının ülkesinde yaşadığı zorluklar vs vardı, çalışmamızı başka bir seviyeye çekmiş, analitik alanın geçiş özelliklerini ortadan önemli ölçüde kaldırmıştı. Her şeyin değiştiği dünyasında ben sabit bir öge olarak durmaya çalışıyordum ve o bana tutunuyordu. Bu koşullar bu çalışmayı destekleyici psikoterapi özelliklerine ister istemez büründürmüştü.

Daha önce kafa kafaya gelmek ve fısıldamaktan başka bir hastadan bahsederken konuşmuştuk. Burada tabii ki farklı bir içerikte gene kafa kafaya gelmek vardı.

İkimizin de bilgisayarın ekranına çok yaklaştığını ve fazla yüksek olmayan bir sesle konuştuğunu fark ediyordum. Kendime ait alt ekranı dolduran kocaman kafamı fark edince kendimi kameradan geriye doğru çekiyordum ancak belli bir süre sonra yine aynı durumda buluyordum.

Alçak sesle konuşmamız bizi dinliyor olabilecek kötü büyük öteki’ye karşı bir önlem gibiydi. Arada bir donan görüntü ve kesilen bağlantıda Bayan G.nin kaygısı çok artıyordu. Tekrar bağlandığımızda, “bizi kestiler sandım; bir daha bağlanıp bağlanamayacağımızdan emin olamadım” diyordu. Bayan G. ülkesinde komünikasyon ve sosyal medya ile ilgili çıkartılan her yeni kanunu ve uygulamayı çok dikkatle takip ediyordu. “Bizi eninde sonunda kesecekler” diyordu.

Bayan G.nin mezheplerinden dolayı büyük ebeveynlerinin iki kuşak önce yaşadıkları devlet terörü ve zorunlu göç hikayesi bu yeni bağlamda canlanmıştı. Ancak bunları yorumlamak için daha güvenli ve stabil bir düzleme gereksinim vardı.

Zor zamanlar biraz olsun geride kaldıktan sonra, ülkeden kaçıp kurtulmasının rahatlığı ve geride bıraktıklarına dair suçluluklarının yarattığı çatışma daha belirgin hale gelmişti. Bu suçluluğun önemli bir kısmı büyük ebeveynlerinden ona aktarılan yaşamda kalma suçluluğundan da besleniyordu.  Bu duyguların yoğun bir şekilde yaşandığı seanslardan birinde kendimi gene iki ekranın ara yüzünde kafa kafaya vermiş bulduğum zaman ilginç bir hisse kapıldım. Bir günah çıkarma kabinindeki rahip gibi hissettim. Kabinin iki odası arasındaki pencereye başlarını yaklaştırıp kısık sesle konuşan iki kişi gibiydik. Günah çıkarma kabininin penceresi ve ekran….

Bayan K. ile devam eden terapi çalışmamız onun zorunlu olarak yurt dışına gidişiyle yarım kalmıştı. Çalıştığı kurum onu başka bir ülkeye atamıştı. Kendisiyle bir senedir çalışıyorduk ve bu zaman zarfında önemli bir ilerleme kaydedememiştik. Bayan K. çoğu zaman odada yalnız gibi bir haldeydi. Kesinlikle göz teması kurmuyor; benim söylediğim şeyler veya soruları bir süre sessizlikle karşılıyor, sonrasında konuşmasına kaldığı yerden devam ediyordu. Bu sekans onun dikkatine getirildiği zaman da bu çalışma tarzına dair ciddi şüpheleri olduğunu, beni yeterince zeki bulmadığını, psikanalizin o kadar da bilimsel olmadığını durgun bir ses tonuyla ifade ederek beni geri püskürtüyordu. Bu süre içinde getirdiği ilk ve tek rüyada büyük bez bebek gibi insanların bulunduğu bir evde onlardan korkmuş ve evin bir köşesine saklanmış olarak kendini görmüştü. Bu ev dev bir doll house gibiydi. Büyük bez bebek insanların kocaman kafaları vardı ancak bu yüzlerde yüz göz ağız vs çizili değildi. Az konuşuyorlardı ama konuştukları zamanlarda kulakları sağır edici mikrofonik bir ses çıkartıyorlardı. Söyledikleri tam anlaşılmıyordu.

Tek çocuk olan Bayan K.nin anne ve babası başarılı iş insanlarıydı ve çoğu zaman seyahatlerde olup evde bulunmuyorlardı. Bayan K. çocukluğunda uzun zaman değişen bakıcılar ve alzheimer hastası bir anneanne ile yaşamıştı. Anne ve babasını uzun zaman telefondaki sesler olarak algılamıştı. Karı-kocanın ikisinin birlikte evde oldukları zamanlar ise büyük kavgalar çıkıyor ve boşanma veya ayrılık kararları alınıyordu. Bayan K. onların evde olmasını da olmamasını da ıstırap olarak yaşıyordu. Anne ve babasının onunla birlikte evde olmadıkları zamanlarda bir başka evde mutlu yaşadıklarını düşlemliyordu. Kendisi varsa sorun vardı. Evde olduğu zamanlarda anne ve babasına yakınlaştığı veya fiziksel olarak dokunmak, sarılmak istediği zamanlarda özellikle annesinin bundan çok rahatsız olduğunu aralarına hep bir kol mesafesi koyduğunu hatırlıyordu. Babası fiziksel temas konusunda daha rahattı ama bu da Bayan K. için uyarıcı ve kaygılandırıcıydı.

İş yaşamında çok başarılı olan ve yaşamında işten başka bir etkinliği, sosyalliği, ilişkisi kalmamış olan Bayan K. son bir kaç yıldır gittikçe sıklaşan depersonalizasyon ve derealizasyon deneyimleri yaşıyordu. Alt kattaki komşusunun gece duvara ağzını yaslayarak kendisine konuştuğunu düşünmeye hatta algılamaya başlaması son damla olmuş, önce bir psikiyatriste sonra da bana başvurmuştu.

Bayan K.nin göz temasından çok rahatsız olması, herhangi bir yorumlanma/anlaşılma deneyiminden sonra daha anksiyeteli oluşu ve sonrasında ya depersonalizasyon deneyimlerine kapılması ya da beni, bu çalışmayı devalüe etmesi onun narsissistik ve şizoid özelliklerini göz önüne koyuyordu.

Bayan K.nin yurt dışına gidişi ve skype görüşmelerle devam etmek istemesi çalışmanın tüm bu özelliklerini düşündüğüm zaman beni şüphelere sürükledi. Daha fazla belirsizlik ve süreklilik problemleri sebebiyle güvensizlik içeren bir çerçevede çalışabilecek miydik?

Skype çalışması başladıktan sonra şüphelerimi doğrulayan deneyimler yaşadım. İlk bir kaç dakikadan sonra kesinlikle Bayan K. yi dinleyemiyordum. Skype ekranının altındaki küçük ekrandaki kendi görüntümü seyrediyordum. Bu self-absorption hali bir aynaya bakma durumu gibiydi. Kaşıma gözüme nasıl göründüğüme baktığım 45 dakikalar geçmeye başladı. Seanslardan sonra derin bir rahatsızlık duyup bu çalışmayı artık bitirmek ve onu çalıştığı ülkede birisine yönlendirmek niyetine giriyordum. Sonrasında başka ülkede yaşayan ve ancak bir teknolojik araçla çocuğuyla konuşabilen ve çocuğu başından atmak isteyen bir anne-baba gibi olduğumu hissederek devam etmem gerektiğini kendime söyledim.

Bu arada ben dinleme zorlukları yaşarken, bu dinleyememe halimden biraz çıkabildiğim durumlarda, Bayan K.nin Türkiye’deki çalışmamıza göre daha rahat göz teması (?) kurduğunu fark ettim. Ayrıca daha önce anlatmadığı içerik ve düzeylere girmeye başladığını da görüyordum.

Tam bu noktada ilginç bir şey yaşadım. Teknolojik olarak küçük ancak benim için içsel süreçlerde ve zamanlamasında büyük bir adım. Belki de Skype icad edildiği günden bu yana orada duran bir komutla kendimi gördüğüm ekranı kendimi net seçemeyeceğim kadar küçülttüm. O noktadan itibaren çok farklı bir terapötik süreç işlemeye başladı. Çalışmanın devamındaki seyrinin divandaki pek çok analiz çalışması düzeyine yakın olduğunu söyleyebilirim.

Literatürdeki Skype üzerine tartışmaların içinde Skype kullanımının dezavantajları, eksikleri, riskleri ve avantajları, olumlu tarafları üzerine yazılan çizilenleri göz önüne aldığımızda, olumlular hanesinde en çok bahsedilen şeylerden biri bazı kişiliklerde Skype’ın yarattığı mesafenin iyi gelmesidir (Brottman, 2012; Scharff, 2010;2012). Belki bu yüz yüzeden divana geçildiği zaman beraber ama yalnızlık durumunun yarattığı rahatlama imkanına benzer bir durumdur. Bayan K. Türkiye’de kalsaydı ve divan çalışması yapabilseydik benzer bir durum olacak mıydı diye düşünüyorum.

Koltuktan divana geçiş mesafe olarak bir kaç metrelik, görüş açısı ve görme alanı olarak bir kaç derecelik bir göçtür ancak ruhsal olarak büyük bir gelişim, yerleşim ve yapılanma değişikliği yaratabilir. Skype görüşmesine geçiş ile oluşan benzer değişimler konusunda yeterli deneyim ve bilgiye sahip değiliz ama yol alıyoruz. Bayan K’de fiziksel hareket bir kaç metre değil birkaç bin kilometre ile olmuştu. Ancak aramızdaki psişik yakınlık bu çok büyük fiziksel mesafe ile mümkün hale gelmişti.

Şimdi bir başka analistin bir vakası üzerinden tartışmayı ve beraber düşünme davetini sürdürmek isterim.

Skype analiz üzerine yazan Caparrotta (2013) makalesinde üç sene boyunca haftada iki seansla psikanalitik psikoterapisini yaptığı Bay X vakasını yazar. Bay X üçüncü senenin sonunda başka bir Avrupa ülkesine göç etmek durumundadır. Ancak terapiye devam etmek ister. O yıllarda henüz Skype ortalarda yoktur. Bay X. telefonla devam etmek ister. Caparotta bu tekliften rahatsız olmuştur. Sadece bir deneme olarak kabul eder. Tam bu geçiş aşamasında yani bu deneme devam ederken Bay Xin babası vefat eder. Bay Xin babasıyla ilişkisi hep çok mesafeli olmuştur. Ne var ki bay Xin seçtiği meslek babasının mesleğidir. Bu sırada Bay X terapistine Skype’dan bahseder ve görüşmeleri artık bu şekilde yapmak ister. Caparotta gene rahatsız ve şüphelidir. Ancak bir süre sonra Skype kullanma isteğinin kaybedilmiş babayla kurulmak istenen bir bağlantı düşleminin ürünü olduğunu düşünür Bu arada Skype’la çalışma telefonla olana göre daha iyi gitmektedir. Caparotta hastasının in-person ortamda da divanı istemediğini ve yüz yüze çalışmak istediğini hatırlar. Caparotta Skype çalışmasının yüz yüze çalışmadan bile daha verimli bir süreç olduğunu dile getirir.

Süreç ilerler ve terapist ve hastası zaman zaman terminasyonu konuşmaya başlarlar. Caparotta iş koşullarındaki değişmelerden de dem vurarak seansların frekansını azaltmayı ve sonra termine etmeyi gündeme getirir. Bay X çok sarsılır. Bir süre donuk bir şekilde terapiste bakar sonra parmağıyla işaret ederek yanağından aşağıya akan gözyaşını işaret eder.

Caparotta’nın bu klinik vigneti ayrılık, kayıp ve yas olguları açısından önem taşıyor. Skype ortamının yarattığı yeni uzay kaybedilenin kaybını inkar etme düşlemini doyurmuş olabilir. Bu inkarla kaybedilenin yerine hemen bir ikame konulmuştur. Bay X tam babanın kaybının ardından Skype’ı gündeme getirmişti. Bay Xin babasıyla yaşadığı ilişkinin özelliklerini düşündüğümüz zaman Skype deneyiminin daha önce olanlardan (yüz yüze ve telefon) daha iyi oluşu, daha önce olmayan bir şeyin ilk defa gerçekleştiğine dair bir izlenim de yaratmaktadır. Bu da bizi Skype ortamının sadece kayıpla bağlantılı değil eksik’le bağlantılı bir etki yarattığını da söyler. Adeta Bay X Skype ile birlikte o zamana kadar olmayanın yerine bir şey bulmuş gibidir.

Belki de kayıptan sonra ortaya çıkan Skype simgesel babayla iletişime geçilen bir geçiş alanı imkanı yaratmıştı. Caparotta’nın makalesi Skype kullanımının ortaya çıkardığı aktarımsal düşlemleri ne kadar çalıştığına ve çözümlediğine dair fazla bilgi içermemektedir.

Caparotta’nın makalesinin çağrışımları bana bir Skype psikoterapi sürecini çağrıştırıyor. Aslında bu deneyime tam bir Skype terapi deneyimi denemez çünkü geçiş aşamasında belli bir sürede gerçekleşen görüşmelerdi bunlar. Skype ile tanışmamın ilk yıllarıydı ve ben Skype’ın uzun süreli bir terapi sürecinde kullanılabileceğini düşünmüyordum. Yabancı uyruklu erken kırklarındaki Bayan D Istanbul’da ex-pat olarak bulunuyordu. Ajite depresyon, şiddetli eyleme dökmeler, kötüleşen sosyal yaşam ve iş performansı şikayetleriyle başvurmuştu. Haftada iki, bazen üç kez devam eden seanslardaki süreç çok çabuk bir şekilde yoğun ambivalans içeren bir bağımlılığa dönüşmüştü. Bayan D.nin planlarında başka bir ülkeye gitmek vardı ancak bu terapi süreci ve bana bağlanmasıyla bu ülke değişikliği zora girmişti. Hastanın yaşam hikayesinde dramatik bir unsur vardı. Kendisinden oniki yaş büyük ablası üniversite eğitimi için başka bir ülkeye gitmiş ve bir sene sonra orada yaşamını kaybetmişti. Bayan D. için kendisi yedi yaşındayken başına gelen bu olayın hep karanlık tarafları kalmıştı. Anne babası ölümü yaklaşık bir sene gecikmeyle kendisine söylemişlerdi. Ne olduğuna dair soruları hep belirsiz, kaçamak ve tutarsız yanıtlarla karşılanmıştı. Parçaları bir araya getirdiğinde ablasının aşırı dozdan öldüğünü düşünmüştü. Ancak daha sonraki bazı soru işaretleri kafasına takılmış ve bu ölümün bir intihar veya bir cinayet olabileceği şüphelerine kapılmıştı. Annesini yirmili yaşlarda, babasını otuzlu yaşlarda kaybetmişti. Ülkesinde bulunan aile evinin içine hiç ellememiş, çelik kapı yaptırarak iyice kilitlemiş ve ancak yılda bir kez gidip havalandırdığı bir durumda tutuyordu. Bayan D.nin kısa süreli kalışlardan sonra sık sık ülke değiştirmesi hep o evden kaçmaya devam etmesi olarak yorumlanmıştı. Terapi odasındaki dolaplardan ürkmesi de evde onu bekleyen kilitli dolaplar olarak yorumlanmıştı. Bayan D. bana ısrarla benden yeni bir şey duymadığını, yeni bir şey öğrenmediğini söylüyordu. Ben benden sırra dair bir şey duymak istediğini söyledim ona.

İki senelik bir çalışmanın arkasından başka bir ülkeye atandığını söyledi. Çalışmaya Skype ile devam etmek istediğini de iletti.  Bu haberden çok tedirgin oldum. Başka ülkeye gidişi bende alarmların çalmasına yol açmıştı, ancak diğer yönden bağını da sürdürmek istiyor oluşu olumlu bir haberdi. Ancak zaman zaman çok dürtüsel ve eyleme dökücü yönleri olan bu hastayı binlerce kilometre öteden takip etmek bana çok korkutucu görünmüştü.

Gittiği şehirde çok sayıda iyi analist, terapist vardı. İçimden onu bu insanlardan birisine emanet etmek duyguları yükseliyordu. Bu referal olana kadar Skype ile görüşmeyi kabul ettim. O henüz başkasına gitmeye hazır olmadığını söylemişti.

Skype görüşmeleri sırasında bana ısrarla “o ana kadar duymadığı bir şeyleri söylememi” istemesi çok yoğunlaşmıştı. Ben “sizin bana şimdiye kadar anlatmadığınız bir şey var mı?” diye sordum. Sonraki Skype seanslarında daha önce anlatmadığı bir şeyi ilk defa anlattı. Annesi ve babasının ölümünden sonra çok seyrek görüştüğü bir teyze ile bir araya gelmişti. Annenin uzun yıllar küs kaldığı ve küs öldüğü teyze Bayan D.ye ablasının ölmeden önce annesi, babası ve kardeşine hitaben yazılmış bir mektup bıraktığını söylemişti. Annesi ve babası bu mektuptan teyzeye kısaca bahsetmişler ancak içeriğinden söz etmemişlerdi. Bu mektubu Bayan D.ye okutmayacaklarını da eklemişlerdi.

Bayan D bu mektubun varlığından haberdar olunca dehşete kapılmıştı. Bu mektup o evde bir yerlerde olmalıydı. Bu mektup ona daha önce söylenmemiş olanları söyleyecek bir mektuptu. Skype görüşmelerimiz sırasında ülkesine gidip evi temizlemeye ve tasfiye etmeye karar verdiğini söyledi. İkimiz de bu temizlik ve tasfiye sırasında mektubu arayacağını biliyorduk. Onun ülkesini ziyareti sırasında çok gergin bir bekleyiş içindeydim. Seyahatinin sonrasındaki ilk seansta yüzü ekranda belirdiği zaman günlerdir tuttuğum nefesimi bırakmış gibi oldum. Evi ancak yarı yarıya temizlemiş ve tasfiye etmişti. Mektuptan hiç söz etmedi. Kısa süre sonra tekrar gidecekti. Birkaç kez daha gitti ve işlerini tamamen bitirdi. Bu arada yaşadığı şehirde bir terapist veya analiste gitmekle ilgili konuşmalar sıklaşmıştı. Bunu artık yapabileceğini, buna ihtiyaç duyduğunu söylüyordu. Bir tarih saptadık; ben referal ile ilgili bağlantıları kurdum. İki olası analist ile görüşme yapıp birisini seçti. Başlangıç tarihi saptadılar. Son seanslar yaklaşırken artık dayanamayıp sordum: “Mektubu buldunuz mu?” diye. Derin bir nefes aldı. “Bir mektup değil çok şey buldum” dedi. Teyzemin son mektup zannettiği şeyin ne olduğunu da anladım. Aslında bu konuda bir terapiste veya analiste anlatacak ve üzerine çalışacak çok şey ortaya çıktı. Buna çok ama çok ihtiyacım var” dedi. Mektupların veya bulduğu şeyler neyse onların içeriği hakkında soru sorunca, “ben bulduklarımla o üçüyle ve sizle vedalaşıyorum. Artık bunları yeni birisiyle konuşmak ve çalışmak istiyorum” dedi.

Vedalaşmamızın üstünden iki sene kadar bir zaman geçtikten sonra bana bir e-mail yolladı. Artık divanda olduğunu, çalışmasından çok memnun olduğunu, yaşamında pek çok değişiklik olduğunu, analizinin olduğu şehre yerleşmeye karar verdiğini söylüyordu.

Sonuç olarak

Eissler’in (1953) söylediklerine gönderme yaparak diyebiliriz ki, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde psikanaliz doğumundan bu yana en büyük teknik parametresel sınanmalarından birini yaşamakta. İlkini 1950’lerden başlayarak psikanalitik psikoterapi uygulaması ve yüz yüze görüşme format ortaya çıktığı zaman yaşamıştı. O ilk dalganın sonucunda kimilerine göre psikanaliz daha gelişti, kimilerine göre zarar gördü. Şimdi odada sadece karşılıklı iki koltuk değil ekranı ve ekranının üzerinde kamerası olan bir bilgisayar da var. Bu yeni iletişimgörme/görülme/oturma/birliktelik hali de parametrelere yani seçeneklere ekleniyor.

Psikanalizin 1950’lerde yaşadığı yer değişikliğinden sonra şimdi başka bir göç ve adaptasyon geçirme/geçirememe sınaması var. Freud terapiyi kurşun değil bakır diye niteleyerek açık kapıyı kırk sene öncesinden bırakmıştı. Ancak bu sefer ortaya çıkmakta olan değişim altınla birlikte asla olamayacak başka bir maden mi barındırıyor? Skype, analizin altınını tamamen bozacak “kurşun” mu?  Bu sorunun yanıtını vermek için erken -biz analistler bir şeyi epey retrospektif düşünürüz, apres-coup’a inanırız-  ancak bir taraftan da geride on seneyi bırakmış olmamız şaşkınlık yaratıcı. Dilerim, konuyla ilgili yazılanların ve tartışmaların nicel olarak azlığı bizim artık üzerine düşünme imkan ve kabiliyetimizin azaldığı bir “bastion”  (Baranger, Baranger & Mom, 1983) yani betonlaşmış bir enactment içinde bulunduğumuzu işaret etmiyordur.

[1] Bu iki entite arasındaki farklar ve süreksizlikler söz konusu olduğu zaman Wildlöcher’nin Freud’un 1919 metnindeki “analizin som altınına kolayca telkinin bakırını katmak…” şeklindeki ünlü cümlesinin Fransızcaya ilk çevirisinde bakırın Almancadan kurşun diye çevrilmiş olmasına dikkat çekmesi çok anlamlıdır. Mücevhercilikte altın ve bakırın bir arada kullanımı doğal ve gerekliyken, kurşun kullanım için uygun olmayan ve değer düşürücüdür. Bu belli bir kesimde psikoterapötik değişkenlere ne kadar değersizleştiricibakıldığının sürçme olarak kendini göstermiş halidir  (2011 Türkçe Uluslararası Psikanaliz Yıllığı, s.35)

Kaynaklar

Baranger, M., Baranger, W. ve Mom, J. M. (1983). Process and non-process in analytic work. International Journal of Psychoanalysis, 64, 1-15.

Bayles, M. (2012). Is Physical Proximity Essential to the Psychoanalytic Process? An Exploration Through the Lens of Skype? Psychoanalytic Dialogues, 22(5): 569-585.

Bernstein, S. B. (1983). Treatment Preparatory to Psychoanalysis, Journal of American Psychoanalytic Association,31: 363-390.

Bernstein, S. B. (1990). Motivation for Psychoanalysis and the Transition from Psychotherapy, Psychoanalytic Inquiry, 10:21-42.

Bernstein, S. B. (2010). Treatment Preparatory to Psychoanalysis. A Reconsideration after 25 years. Journal of American Psychoanalytic Association, 58(1), 27-57.

Brottman, M. (2012). Whereof One Can Not Speak: Conducting Psychoanalysis Online, Psychoanalytic Review, 99(1): 19-34.

Busch, F. (2011). Psikanalizi Psikoterapiden Ayırt Etmek, Türkçe Uluslararası Psikanaliz Yıllığı, s. 11-24.

Caparrotta, L. (2013). Digital Technology is here to Stay and Psychoanalytic Community Should Grapple with It, Psychoanalytic Psychotherapy, 27(4): 296-305.

Chodorow, N.J. (2012). Analytic  Listening and the Five Senses: Introduction, Journal of American Psychoanalytic Association, 60(4). 747-758.

Churcher, J. (2012). Letters to the Editor On: Skype and Privacy, International Journal of Psychoanalysis, 93(4): 1035-1037.

Ehrenberg, D. B. (1992). On the Question of Analyzability, Contemporary Psychoanalysis, 28: 16-31.

Eissler, K. R. (1953). The Effect on the Structure of the Ego on Psychoanalytic Technique. Journal of American Psychoanalytic Association, 1,104-143.

Frosch, A. (2006). Analyzability, Psychoanal. Rev., 93:835-843.

Gill, M.M. (1988). Converting Psychotherapy to Psychoanalysis, Contemporary Psychoanalysis, 24:262-274.

Guttman, S.A. (1960). Panel Reports-Criteria for Analyzability, Journal of American Psychoanalytic Association, 8:141-151.

Joseph, D. I. (1990). The Fundamental Rule: Its Utilization in the Conversion of Psychoanalytic Psychotherapy to Psychoanalysis, Psychoanalytic Inquiry, 10:88-106.

Kachele, H. (2011). Psikanalizi Psikoterapiden Ayırt Etmek, Türkçe Uluslararası Psikanaliz Yıllığı, 25-34.

Migone, P. (2013).  Psychoanalysis on the Internet: A Discussion of Its Theoretical Implications for Both Online and Offline Therapeutic Technique, Psychoanalytic Psychology, 30(2):281-299.

Oremland, J.D. & Fisher, C.P. (1987). Conversion of Psychotherapy to Psychoanalysis, Journal of American Psychoanalytic Association, 35:713-726.

Paolino, T. J. (1981). Analyzability: Some Categories for Assessment, Contempoarary Psychoanalysis, 17:321-340

Pigman, G.W. (1990). Conversion of Psychotherapy to Psychoanalysis: The Policies of the Institutes of the American, Psychoanalytic Inquiry, 10:131-134.

Rothstein, A. (2006). Reflections on the Concept “Analyzability”, Psychoanalytic Review., 93:827-833.

Saul, L.J. (1951). A Note on the Telephone as a Technical Aid. The Psychoanalytic Quarterly, 20, 287-290.

Scharff, J.S. (2010). Telephone Analysis, International Journal of Psychoanalysis, 91(4): 989-992.

Scharff, J.S. (2012). Clinical Issues in Analyses over the Telephone and the Internet, International Journal of Psychoanalysis, 93(1):81-95.

Stolorow, R.D. (1990). Converting Psychotherapy to Psychoanalysis: A Critique of the Underlying Assumptions, Psychoanalytic Inquiry, 10:119-130.

Wildlöcher, D. (2011). Psikanalizi Psikoterapiden Ayırt Etmek, Türkçe Uluslarası Psikanaliz Yıllığı, s. 35-40.