Öznellikler-arası Şüphe Çıkmazı
“O / Ben Deli mi(yim)?”
Yavuz Erten
Başka Dergisi, Sayı:5, 2010, s.57-66.
Psikoz, nedeni, seyri ve görüngüleriyle çoğul olan bir yapıdadır. Organik değişkenlerden, psikolojik, intrapsişik, sosyal ve kültürel olanlara kadar geniş bir spektrumda ele alınmalıdır.
İndirgemeci yaklaşımlar bilimsel üretim açısından tercih edilen kolaylıklar sağlasa da, bu tür dar bakışlar yeri geldiğinde gerekli olabilecek terapötik araçların tamamını elden çıkarmak anlamında dezavantajlıdır.
Bu kısa yazıda psikozun karmaşık bütününden bir kesiti ele almaya çalışacağım ve ona “öznellikler-arası şüphe çıkmazı (veya tuzağı)” diyeceğim.
Öznellikler-arası-lık (Intersubjectivity)
“Öznellikler-arası-lık” psikanalitik düşünce içinde son dönemde gitgide daha fazla önem kazanan ve hem klinik hem de kuramsal alanda işlevselliği olan bir kavramdır. Kavramın tek bir tanımı veya kullanımı yoktur. Daniel Stern’ün gelişim kuramındaki gibi ele alındığında, kavram, çocuğun ruhsallığının bir öznellik haline gelmesi ve ebeveynin de böyle bir öznelliğe sahip olduğunu anlaması sonucunda, onun bu iki öznelliğin etkileşim içinde olduğunu (öznellikler-arası-lığı) kavramasını işaret eder. Gelişimde öznellikler-arası öznelliğe ulaşmış ruhsallık “ben” ve “öteki” arasındaki etkileşimin alanına girer ve “onun benim böyle düşündüğümü düşündüğünü düşündüğümü düşündüğünü……düşünüyorum” diyebilir.
Öznellikler-arası-lık kavramının bir başka kullanımı, Robert Stolorow ve arkadaşlarının kuramlarında ortaya koyulduğu şekliyle, gelişimsel ve klinik olarak ruhsallığın asla yalıtılmış bir zihin olarak ele alınamayacağına dairdir. Psikanaliz içindeki ideolojik savaşlarda özel bir yeri olan bu kavram, klasik kuramda var olan nesnellik, nötralite, anonimite gibi nosyonlara tepkisellik içerir. Kavramın bu kullanımı, klinik ortamda ortaya çıkanların (analizanın anlattığı yaşam öyküsü, rahatsızlığı, belirtileri, aktarımı, vs) analist-analizan arasındaki öznellikler-arası bağlamla doğrudan bağlantılı olduğunu iddia eder. Bu iddia psikanalizin en son ekollerinden olan ilişkisel psikanalizi yaratmıştır.
Aslında öznellikler-arası-lık klasik psikanalitik çevrelerde de kabul görmeye başlayan bir kavramdır. Örneğin Thomas Ogden ilişki terapistlerinin “A kişisi vardır; B kişisi vardır; bir de kendilerinden bağımsız olarak ilişkileri vardır” deyip, ilişkinin kendisine –ilişkiyi kuranlardan ayrı olarak- bir şahsiyet atfetmelerinde olduğu gibi, analiz odasında, analist ve analizandan ayrı olarak bir “analitik üçüncü” görür. Bu analitik üçüncü, çocuğun anne-babadan doğması ancak onlardan ayrı bir varlık olmasında olduğu gibi, iki öznellikten de parçalara sahiptir ama onlardan farklı bir varlıktır. Onda Gestalt-vari bir şekilde “bütün parçaların toplamından fazladır”. Psikanalist, analiz süreci boyunca, bu üçüncü’yü onun nesnelerini, dilini, düşlemlerini ele alarak çözümlemeye çalışır.
Öznellikler-arası bakış açısını psikopatolojik süreçlerin nedenler-sonuçlar örgüsünü anlamak için kullanırsak, gelişim boyunca şekillenen ilişkisel bağlamların yani içselleştirilmiş öznellikler-arası oluşumların etiyolojik karakterlerini görürüz. Yazının başında dile getirdiğim gibi, psikoz olgusunun tamamını tek –veya birkaç-değişkenle açıklamaya kalkmayacağım. Psikotik bozuklukların geniş yelpazesi içindeki bir aralığı ele almak istiyorum ve bu aralıktaki öznellikler-arası çıkmaza dikkat çekme niyetindeyim. Bu çıkmaz bir öznellikler-arası kaza veya tuzak haline gelir.
Kısa Süreli ve Tepkisel
En ağır ruhsal rahatsızlık grubuna verilen isim olarak “psikoz” ürkütücüdür. Akla hemen “şizofreni”yi getirir. Ancak ruhsallıkla derinlemesine ilgilenenler iyi bilirler ki, herkesin iç dünyasında psikotik tohumlar veya kara delikler vardır. Herkesin yaşamının belli anları veya dönemlerinde bu psikotik odaklar aktive olabilirler. Bunlar bazen organik kökenli değişimler ve etkilerle (fiziksel travmalar, doku dejenerasyonları, madde zehirlenmeleri, vs) bazen de ruhsal travma ve yaşamın belli geçiş dönemlerindeki adaptasyon zorlanmalarıyla (örneğin ergenlik) oluşan regresyonlar (gerilemeler) sonucu ortaya çıkabilirler. Ortaya çıkan tablo psikotik görünümlü olsa da, kişinin psikotik olduğunu söyleyemeyiz. Çoğu zaman psikiyatrik yaklaşımlar bu durumları yapısal değil reaktif psikotik oluşumlar olarak tanımlarlar. Çoğunlukla geçici ve kısa sürelidirler.
Ancak başlangıçta kısa süreli ve reaktif olarak görülen bu tabloların bir kısmının ilerleyen süreçlerde geçici olmaktan çıkıp yerleşik hale gelen psikozlara dönüştüğüne de şahitlik ederiz. Böyle bir durum başlangıçtaki tanıyı sorgulatabilir ancak diğer taraftan aşağıdaki düşüncelerin işaret ettiği şekilde de ele alınabilir.
“Kapsayan-Kapsanan” İlişkisi
Ruhsallığın bir öznellik merkezinin etrafında yapılanmasında, bir “kapsayan-kapsanan” (container-contained) ilişkisi vardır. Duygulanımlar harekete geçirir; dürtüler “dürter” ve beden mevcudiyetiyle (presentation) yaşar, devinir ve değişir. Bunlar “kapsanacak” olanlardır. Düşünce, söz ve simge bu kapsanacakları, taşır, dönüştürür, sakinleştirir, düzene koyar ve simgeler dünyasına bir temsil (re-presentation) olarak yerleştirir. Bu kapsamaları gelişimsel süreçte başlangıçta, anne, baba ve ilk bakıcılar yaparlar. Daha sonra bebek bu kapsamaları içselleştirdikçe, o, iç dünyasında kapsanacak olanlara a priori sahip olduğu gibi, onları kapsayacaklara da sahip olur. O artık kendisiyle ilişkisinde hem “kapsanan” hem de “kapsayan”dır. Bunu anlamak için iki yaşındaki bir çocuğun nasıl kendisine ninni söyleyerek uyumaya çalıştığını görmek yeterli olacaktır.
“Aklını kaçırmak” ve benzeri deyimler bu “kapsama-kapsanma” ilikisindeki bir aksamayı işaret eder. Kapsaması gereken artık kapsayamıyordur. Kapsama durumunda olan “elimde değil” der. Kendine söz geçiremiyordur. “Bu sesleri susturamıyorum”, “uyuyamıyorum.” Artık kendine malik değildir.
Bu durum psikanalitik anlamda “regresyon” olarak adlandırılabilir. Regresyon gelişimsel olarak daha erken bir döneme dönüştür. O zaman, yaşamın daha ileri dönemlerinde bir psikoz olarak ortaya çıkan tabloyu çocuklukta “norm” olarak bulunan bir hale benzetebiliriz. Bir başka deyişle, psikozda görülen ruhsallık, çocukluktaki “norm-al” durumun daha ileri dönemlerde, zamansal normatifliğini (norm-al-liğini) yitirip patolojik olarak tekrar ortaya çıkışıdır.
O zaman psikotik reaksiyon içinde bulunan kişi, “çıldırmış”, “kontroldan çıkmış” iç dünyasının, aynen bir çocuğun, annesinden iç dünyasını kapsamasını beklediği gibi, kapsanmasını beklemektedir. Bu kapsanma artık onun iç dünyasında mümkün olmamaktadır. Bu sebeple onu dışarıdan beklemektedir.
Cesur Yürek
Bir üniversite öğrencisinden söz edeceğim. Ona lise yıllarında arkadaşlarının verdiği isimle “Cesur Yürek” son beş yılda yaşadıklarını anlatır: “Ortaokulda ve lisede hep en popüler öğrencilerden biri oldum. Takım oyunlarında liderdim. Okul takımının şampiyonluğunda en büyük paylardan biri benimdi. Sınıfta hocalarla öğrenciler arasında köprülük yapardım. Bu durum beni memnun ettiği kadar sırtımda bir yük gibiydi de…Örneğin kiminle çıkacağım bir merak konusuydu. Bu konuda sürekli dedikodular olurdu. Ben bu sebeple üniversite yıllarına birisiyle ciddi bir ilişki yaşayamadım. Belki de bu durumu kendim istedim. Ben bir kişinin olmaktansa, herkesin potansiyel sevgilisi olmayı tercih etmiş olabilirim.
(…)
Lise bittikten sonra Amerika’daki bir üniversiteye tam burslu olarak gittim. Başlangıçta her şey iyiydi. Ancak bir süre sonra küçük gölde büyük balık olmaktan çıkıp, büyük denizde fark edilmez duruma düştüğümü anladım. İlk büyük hayal kırıklığımı okul takımı seçmelerini kaybetmemde yaşadım. Ben bir şampiyondum ve okul takımına girememiştim. Yan yana olan iki sahadan birinde okul takımı antrenman yaparken ben diğer sahada, oyunu hiç bilmeyenlerle oynuyordum. Gözüm sürekli diğer sahadaydı.
(…)
Öğrenciler arasındaki lider rolümü de kaybetmiştim. İngilizcemin iyi olduğunu düşünürdüm ancak orada, konuşurken, kendimi ifade ederken zorlanmaya başladım. Özellikle bir hoca bir türlü benim söylediklerimi anlayamıyor ve sürekli olarak telaffuzumu düzeltiyordu. Bir süre sonra, aldığım derslerin en sessiz öğrencisi oldum. Derslere ilgimi kaybetmeye başladım. Bazı derslere hiç girmiyordum. Birinci yarıyılın sonunda aldığım derslerin neredeyse tamamından kalmıştım. Bu sırada Amerikalı bir kızla çıkmaya başlamıştım. İlişkide bir süre her şey iyi giderken onun bana yardımcı olma gibi misyona soyunması ve uzun uzun teselli edici, pozitif düşünme şekillerini öğretici cümleler kurması sinirimi bozuyordu.
İkinci yarıyıla başlamadan önce İstanbul’a tatile gittim. Keyifsizdim. Babamın benimle konuşurken yüzüme bakışını hatırlıyorum. Rahatsız ve sorgulayan bir yüzle bakıyordu. Ben onu rahatlatmaya çalıştığımda ise “hımmm” diye anlam veremediğim bir ifadeye büründü.
Uçakta geri dönerken hep babamın bu “hımmm”ını hatırladım. Gözümü kapatınca o gözümün önüne geliyordu. “Hımmm”, “hımmm”, “hımmm”……Uçakta on bir saat zor dayandım. Kaygıdan yerimde duramıyordum. Amerika’ya iner inmez onu aradım. Ne demek istediğini sordum. “Yok, yahu bir şey” dedi. Niye buna bu kadar takıldığımı sordu. Ben dilim döndüğünce anlattım. Tam telefonu kapatırken belli belirsiz onun yine aynı sesi çıkardığını duydum: “Hımmm”…Telefonun başında çöktüm kaldım. Kaygıdan yerimde duramıyordum. Ondan sonra Türkiye’yi arka arkaya kaç kere aradığımı hatırlamıyorum. En son telefonda bağıra bağıra ağlıyordum. İki gün sonra annem ve babam Amerika’ya geldiler. Telaşlanmışlardı. Annemi yıllardır ilk defa makyajsız gördüm. Babam solgun görünüyordu. Annem elleri kavuşturarak ve kelimeleri seçerek konuşuyordu:
“Evladım senin için ne gerekiyorsa onu yaparız”.
“Ne gerekiyorsa?”
“Ne bileyim işte…Okul değişikliği, Türkiye’ye dönme, en iyi gelecek neyse”
“En iyi gelecek? Neye en iyi gelecek?”,
“Evladım iyi hissetmiyorsun ya. Olur ya belki de…”
“Belki de ?”
“Ne bileyim işte belki rahatsızlandın. Allah korusun öyle akıl rahatsızlığı falan gibi bir şeyi demiyorum tabii”,
“Rahatsızlandım mı?”
“Her insanın başına gelebilir. Buraya geldiğinde yalnız kaldın”
“Her insanın başına gelen ne?”
Annem sessiz kalıp başını önüne eğip susuyordu. Bu sessizliği bana çok şey söyledi. İçimde büyük bir fırtına çıkmıştı. Bir hortum, bir kasırga, bir tayfun…Önüne gelen kurulu her şeyi alıp yıkıyor ve toz toprağa çeviriyordu.
Okuldaki danışmanımla görüştüler. Daha sonra hep beraber okula yakın büyük şehirdeki bir psikiyatriste gidildi. Psikiyatrist iki tane ilaç yazdı ve birkaç gün içinde muhakkak kontrola gelmemizi istedi. Büyük bir paniğe kapılmıştım. Bana neler oluyordu?
O günlerde okul kantininde kız arkadaşımla konuşurken onun bana bakarken yüzünde oluşan garip ifadeyi kafama taktım. Bunun ne anlama geldiğini ona defalarca sordum. Bana niye öyle bakıyordu? Tekrar tekrar sordum. Son seferlerinde bağırıyordum. Korktu ve yanımdan gitti. O gece ona telefon ettiğimde onu bir daha aramamamı, ilişkimizin bittiğini söyledi. Tüm gece uyuyamadım. Annemle babamı kaldıkları otelden aradım. Sabaha karşı kaldıkları otele gittim.
Sabahın ilk ışıklarında tükenmiş halde suitin bir odasında sızacak gibi olmuşken annemle babamım yan odadan gelen fısıldaşmalarını duydum. Babam şöyle diyordu: ‘Bizim mahallede bir Turgut Dayı vardı…Dağ gibi adamdı…Ne olduysa nasıl olduysa bir haftada delirdi gitti…Tımarhanede öldü…O dağ gibi adam dal gibi kalmıştı…Kapatıldığı odanın duvarlarındaki boyaları tırnaklarıyla kazımıştı…’
Dağ gibi adam….Turgut Dayı…Bir haftada delirdi….Bu fısıldaşmaları duyduğu zaman, Cesur Yürek olarak Dağ gibi adamla özdeşleşmişti. Anne ve babası yüzüne karşı “iyisin…iyisin…” deseler de arkasından onun delirdiğini düşünüyorlardı.
Bir gün zor dayanmıştı. Ertesi gün beraberce yemek yerlerken anne ve babasına söylenmeye başladı: “Neden benim duyamayacağım şekilde konuşuyorsunuz kendi aranızda? Neler dediğinizi hiç duyamıyorum…Belki de benim anlamamam için şifreli bir dille konuşuyorsunuz”
Anne ve babanın birbirlerine kaçamak bakışlarını görünce ısrarla sormaya başlamıştı: “Ben delirdim değil mi? Ben delirdim mi? Söyleyemiyorsunuz ama ben delirdim değil mi?”
Birkaç gün sonra babası dönmüş annesiyle yalnız kalmaya başlamıştı. Aldığı ilaçların sakinleştirici etkisiyle ikinci dönemde ilk defa bir derse girmeye karar verdi. Sınıfın en arka sıralarında oturdu. Dersin ortalarına doğru ön sıralardan gelen İngilizce fısıldaşmalar duydu. Bu fısıldaşmalarda kendi ismi söylenmiş gibi geldi. Yerinde duramayacak gibi hissetti. Tüm vücudu titremeye başlamıştı. Bir süre sonra yerinden kalktı ve sınıfın ön sıralarına doğru ilerleyip geçen dönem telaffuzunu hep düzeltmiş olan hocaya yaklaştı. “Onlarla fısıldaşma gel benimle fısıldaş” dedi. Yüzünde belli bir şaşkınlıkla ona doğru yaklaşan hocanın kulağına Türkçe bir küfür fısıldadı. Sonra da İngilizce ekledi: “Şimdi bunu düzelt bakalım”
“Bir hafta sonra annemle Türkiye’ye döndük. Daha sonra çeşitli psikiyatristlere gidildi. İçlerinden bir tanesi ailecek onun karşısında otururken “Oğlunuz çok hasta. Bu bozulmuş fermuar gibidir. Artık bir daha tam anlamıyla hiç düzelmez” dedi. Bu arada her gün avuç dolusu ilaç almaya başlamıştım. Nedense bizimkiler her bir doktorun verdiği farklı ilaçların hepsini birden –hepsi birden alındığı zaman daha iyi gelir diye bir inançtan olsa gerek- içiriyorlardı. Gözümü açacak halim kalmamıştı. En son gittiğimiz doktorda kelimelerin ağzımdan çok zor çıktığını ve kafamın sürekli bir tarafa doğru yattığını hatırlıyorum: “Ben bozuk bir fermuarım…Ama önceden dağ gibi cesur yürekli bir fermuardım…Bir haftada devrildim gittim…Bir daha hiç düzelmez”
Sonrasında Cesur Yürek bir hafta hastanede yatar. Hastanedeki günlerinde aklına tımarhanede ölen Turgut Dayı gelir ve morali daha da bozulur ancak hastanenin psikiyatristleri ve psikologları tarafından ilk defa duyulduğunu ve anlaşıldığını hisseder. Uzun zamandır ilk kez kafasını toplayarak, başına gelenleri çözümleyebildiğini sevinçle görür. Çıktığında kendisini daha iyi hissediyordur. Ancak o sırada onu aşırı derecede etkileyen bir şey olur: Arkadaşlarından birinden duyduğuna göre, lise grubu “Cesur Yürek’in Amerika’da delirdiği ve İstanbul’da hastaneye kapatıldığı haberi”yle çalkalanmaktadır. Artık deliliği üstüne bir etiket olarak yapışacaktır. Ondan yaşamı boyunca kurtulamayacak gibi hisseder. İlerleyen zamanlarda arkadaşlarıyla görüşmekten kaçınır. Telefonlara çıkmaz. Davetleri kabul etmez. Ama gene de sağda solda onlarla karşılaşmaktadır. O karşılaşmalarda ona nasıl bakıyorlar diye kaygılı, tedirgin bir yüzle onlara bakar. Sonrasında kulağına gelenlere göre şöyle demişlerdir: “Geçen gün Deli Yüreği gördüm. Gözleri deli deli bakıyordu.”
“Sosyal olarak yalıtılmış ve pasif bir yaşam sürmeye başlamıştım. Evden hemen hemen hiç çıkmıyordum. Depresiftim ancak Amerika’daki o aşırı kaygı ve dünyanın ayağımın altından kayıyor olması hissi yoktu. Bir gece sofrada annem ve babamla bir konuda tatlı sert inatlaşırken, yerine gelmeye başlayan güvenimle bir espri yapayım dedim: “Bakın beni kızdırmayın, gene deliririm”. Yemekten sonra odamda otururken annemle babamın gene fısıldaştıklarını ve on dakika kadar sonra babamın balkona çıkıp cep telefonundan doktorumu aradığını duydum.
O gece büyük bir teröre kapışmıştım. Altı üstü bir espriydi. Yoksa bir espri değil miydi? Yoksa ben farkına varmadan daha fazla ve daha garip şeyler mi yapmıştım. Artık kendimden, kendimle ilgili her şeyden şüphe eder duruma gelmiştim. Bu şüphemi giderecek tek şey gidip beni dışarıdan görenlere benim kendimde göremediğim neyi gördüklerini sormaktı. Ancak bunu belli bir kaygıyla ve sıkıntıyla yapıyordum ve yaptıkça da beni dinleyen gözler ve yüzlerde ikircikli duruşlar, samimiyetsiz ve çekingen ifadeler görüyordum. Bu kısır döngünün dışına çıkmak imkânsızlaşmıştı. “Ben kendimin fark etmediği anormal bir şey mi yapıyorum?” diye sordukça “anormal” bir şey yapar duruma düşüyordum…”
Kapsayan-Kapsanan
Cesur Yürek’in öyküsü, ruhsallığın en temelindeki “kapsayan-kapsanan” ilişkisindeki bozulmaya dairdir. Cesur Yürek’in narsistik kırılmaları ve adaptasyon zorlanmaları –ve bunların ortaya çıkardığı duygular- kapsanma ihtiyacı içindeki ruhsal olgularıdır. Ruhsallığı kendi üzerine katlanıp bu yaralanma, örselenme ve zorlanmaları kapsayarak metabolize etme, dönüştürme ve ruhsal bünyeye katma işlevini gerçekleştirememiştir.
Kapsayan-kapsanan ilişkisindeki bu tür bir bozulma en temelde güven ve güvenlik kaybıdır ve varoluşla (ve de varoluşun kapsadığı kendilikle) ilgili derin şüpheler yaratır. Bu durumu anlamak için işlevsel bir metafor İstanbul depreminden sonra yaşadıklarımızdır. Her zaman altımızda sarsılmaz şekilde duracağına inandığımız yer küre ve bizi içinde güvenle tutacağına güvendiğimiz evlerimiz bir anda bizi düşürebilecek ya da ezebilecek tehlikeli ve güvenilmez kaplara dönüşmüşlerdir. Bu maddi kapsayan-kapsanan ilişkisi bozulması ruhsal dünyalarda hemen karşılığını bulmuş ve iç dünyalardaki kapsayan-kapsanan ilişkisi de bozulmuştur. Örneğin uykuya dalmak eskisine göre çok daha zor hale gelmiştir çünkü rahat bir uykuya kendini bırakabilme varoluşun güvenli taşıyıcı kucağına kendini bırakabilmekle ilgilidir. Bu kucağın iç dünyadaki içselleştirilmiş hali kişinin kendini sakinleştirebilme kapasiteleriyle yakından bağlantılıdır. Yazının önceki bölümlerinde sözünü ettiğim kendine ninni söyleyerek uyutan çocuk bahsini hatırlayalım.
Cesur Yürek’in yaşadıklarının derin dinamiklerinin çözümlemesini yapmak, onun narsistik yönelimlerinin etiyolojisine odaklanmak, anne-babanın çocuklarıyla ilgili endişelenirken diğer taraftan ona yönelik bilinçdışı bir saldırganlığı yaşıyor oluşlarının kökenleriyle ilgili daha fazla fikir yürütmek mümkündür –ve de çekicidir- ancak bu yazının sınırlarını aşacaktır. Aynı zamanda bu yazıda amaçladığım şeyin odağının kaymasını da istemiyorum.
Cesur Yürek’in yaşadığı gerilemeyle ortaya çıkan davranışlar ve duygular onun esenlik halini ortadan kaldırmıştı ve bir şeylerin ters gittiğini ona söylüyordu. Kendi içinde bu durumu çözemiyordu. Kendini yatıştıramıyor ve davranışlarını durduramıyor; onlar üzerine düşünemiyordu. Bu, iç dünyasındaki kapsayan-kapsanan ilişkisindeki işlev kaybını işaret etmekteydi. Cesur Yürek bu en dar çemberdeki işlev kaybından sonra umutla bir sonraki kapsayıcıya- daha geniş çembere- dönmüştü. Bu anne-babanın kapsayıcılığıydı. Ne var ki anne-baba çocuklarının gözündeki dehşetten etkilenmişlerdi. Cesur Yürek onlara baktığı zaman kendi terörünü onların yüzünde görüyor; duyguları yatışmadığı gibi, anne-babanın davranışlarındaki tutarsızlıklar ve samimiyetsizliklerden daha da şiddetleniyordu. Anne-babası kendi öznelliklerinin Cesur Yürek’in öznelliğini etkileyen bir öznellikler-arası bağlamda yer aldığını yeterince değerlendiremedikleri için, çocukları gitgide kötüleşiyor diye daha fazla dehşete kapılıyorlar ve bu da Cesur Yürek’in paniğini daha da arttırıyordu. Bu öznellikler-arası çıkmaz, geçmişte sistem terapistlerinin iddia ettiklerine yakın bir şekilde, patolojinin bireye mi yoksa onun içinde yer aldığı sisteme mi ait olduğu sorusunu akla getirmektedir. Psikoz veya her ne ad verilecekse, Cesur Yürek’in öyküsündeki sorun bireysel olarak onun sorunu mudur yoksa “Cesur Yürek-Anne-Baba Öznellikler-arası Bağlamı”nın sorunu mudur? [1]
Bu “ ‘kapsayamayan’ ve ‘kapsanamayan’ öznellikler-arası bağlam” sonunda bir sonraki daha geniş çembere döner ve kapsanmayı dışarıdaki uzmanlardan bekler. Sakinleştirecek, yatıştıracak, simgeleştirecek ve dönüştürecek bir kapsayıcı bu “öznellikler-arası zincirleme kaza”yı en az hasarla atlatmaya yardımcı olacaktır. Ne var ki, bu işlevi uygun bir şekilde görüp gerçek anlamda yardım edecek psikiyatrist ve psikoterapistleri bulana kadar şanssız psikiyatri karşılaşmaları yaşayan Cesur Yürek ve ailesi zincirleme kazanın şiddetlenen etkileriyle daha da fazla örselenmişlerdir.
Öte yandan Cesur Yürek kapsanmayı daha geniş çemberde sosyal grubundan, arkadaş çevresinden bekleyebilirdi. Ancak onlar da kendilerine kaygı ve utançla bakan ve bu sebeple görmeye alıştıkları gibi görünmeyen bu gözlerin “deli olduğunu” düşünmüşlerdi.
Ben Deli miyim?
Cesur Yürek gitgide artan yalnızlığında yarlara, kuyulara, dibi görünmez kuytulara sorup durmaktaydı: “Ben deli miyim? Ben deli miyim? Ben deli miyim?” diye… Yarlar, kuyular, kuytular sesini verdiler bir süre sonra sisli akislerle “Ben DELİ miyim?… Ben DELİ miyim?… Ben DELİ miyim?”
[1] Psikanalitik bakış açısı haklı olarak, yukarıdaki soruyu gereksiz ve geçersiz bulacağı bir noktadan bakmaktadır ve Cesur Yürek’in güncel olarak yaşadığı bu sorunun temelinde, onu “o” yapan en erken aile-içi etkileşim birimleri olduğunu söyleyecektir. İçselleştirilen ve ruhsallığın yapı taşı olan bu etkileşim birimlerinin varlığı, Cesur Yürek’in neden kendi kendisini güncelde kapsayamadığını açıkladığı gibi, güncelde kapsayamayan anne-babanın, erken çocukluktaki olası yaklaşımlarıyla ilgili bir tahmin yapma imkânı yaratır. Güncelde kapsayamayan anne-baba büyük ihtimalle, Cesur Yürek’in çocukluğunda da kapsayamamıştır ve bu sebeple Cesur Yürek kendi kendini kapsama kapasitesini yeterince edinememiştir diye düşünebiliriz.