Psikanalizin Bilgi Nesnesi
Yavuz Erten[1]
Bir öğreti olarak psikanaliz
Psikanaliz büyük öğretilerin doğduğu dönemin ürünüdür. Darwin’in kuramı, Marksizm, Durkheim ve Weber’in sosyolojileri, Heidegger’in felsefesi gibi, psikanaliz de insanın kendini anlama ve açıklama uğraşındaki bütüncül hedeflere sahip öğretilerden biridir. Bilimsel bilginin insanlığın sırlarını arka arkaya çözdüğü (veya çözdüğünün düşünüldüğü) bu çağ, Fransız Devrimi’nin ilkelerinin daha çok milliyetçi esaslarla üniter devletler şemsiyesi altında uygulamaya konulduğu, teknolojik yeniliklerin insanın günlük yaşamındaki kolaylıklara dönüştüğü, ışıklı ve kalabalık şehirlerin inşa edildiği (ve nüfusun büyük bir kısmının şehir sakinleri haline geldiği), iletişim ve ulaşım kolaylıkları ile dünyanın küçülmeye başladığı bir zaman dilimidir.
Rönesans ile başlayan ‘insanı varoluşun merkezine yerleştiren’ ve dini öğretileri ikinci plana atan hümanistik yaklaşım, insanın göçebe ve tarım toplumlarındaki özelliklerinden kopuşunu dramatik bir şekilde ortaya koyan modernizm ve bilimsel yaklaşımların arka planını oluşturan mantıksal pozitivizm, psikanalizin döl yatağındaki dokunun nitelikleridir.
Psikanaliz modern şehirli yaşamın içinden doğmuştur. O şehirli yaşamın en temel niteliklerinden biri doğadan kopuşudur. Göçebe ve tarım toplumlarında varolan ilişki kipleri, üretim ve tüketim ilişkileri, insanın temel gereksinimlerine yaklaşım yolları şehirli yaşamda farklılaşmıştır.
Psikanalitik bilginin nesnesi olan şehirli insan, içgüdüleri ile dış gerçeklik arasında ‘arzu-yasak’ karşıtlığının merkezindedir. Şehir yaşamı paradoksal bir şekilde bu karşıtlığı kışkırtır. Bu çağın şehir insanı, önceki dönemlere göre çok daha ağır sosyal, kültürel ve ahlaki baskılar altında iken, içgüdüleri de sürekli uyarılmaktadır. Bu bir çeşit ikiyüzlülüktür. Burjuvazi cinsellik konusunda yargılayıcı ve baskıcı bir ahlakı benimserken, içine yerleştiği şehir yaşantısı cinselliği bir meta haline getirmiş ve sürekli onun içgüdülerini gıdıklamıştır. Saldırganlıkta da durum benzerdir. Şehir kültürü ve onun arka planındaki insancıl değerler, saldırganlığı gözden uzak tutmaktan daha fazlasını yapmamıştır. ‘Göz görmeyince gönül katlanır’ misali, en büyük savaşların, en büyük kıyımların, en büyük ayrımcılık ve soykırımların olduğu bu devirde, şehirli yaşam ‘kan görmeye katlanamaz’. Mezbahalar, akıl hastaneleri, hapishaneler ve savaş alanları şehrin çiçekli meydanlarından uzaklardadır. Ne var ki, insanın iç dünyasında bu içgüdülerden kaçabileceği fazla bir yer yoktur.
Şehre göçle birlikte, erkeğin (sonra da kadının) mavi veya beyaz yakalı olarak endüstriyel toplumun ve/veya büyük devlet aygıtının bir çalışanı olmasıyla paralel olarak, yaygın aile de yerini çekirdek aileye bırakmıştır. Anne, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile şehir yaşantısında müstakil evlerden ziyade ‘standart birimleşmiş’ apartman dairelerinde yaşamlarını sürdürmeye başlamışlardır. Çekirdek aile fiziksel yaşam ortamının darlaşmasına simetrik olarak, psikolojik yaşam alanının da darlaşmasıyla ‘arzu-yasak’ karşıtlığını uyaran ensestüöz bir sıkışma yaşamaktadır. Kamusal alandaki insanlar uzak ve anonimdir. Üst katta kimin yaşadığı bilinmez. Şehir insanının yalnızlığı ve ailenin az sayıdaki insanının çok önemli hale gelmesi, o dar ortamdaki cinsel ve saldırgan dinamikleri şiddetlendirmiş, çatışmaları yaman hale getirmiştir. İnsanın hala içinde yer almaya devam eden ancak gözden uzak tutulan bu dürtüler, bireyin bilinçli yönü dışında bir zamir yaratırlar. Bu, iç dünyadaki “öteki”dir. Bu ‘öteki’, bilinçdışını mekan tutar. Ancak onun bilinçdışı olması bireyin yaşamını yönlendirmekten uzak olması anlamına gelmez: tam tersine, o görünmez, bilinmez ve tanınmaz olduğu için etkisini daha fazla gösterir; bireyin yaşamını yönlendirir. Psikanaliz bireyin içindeki ‘öteki’ni gün ışığına çıkarma uğraşıdır. Analist ve analizden geçen bunu beraberce yaparlar.
Bu çatışmalı dinamikler Sigmund Freud’un karşısına histerik-konversif silüetler olarak çıkar. Freud’un temel amacı, insanın yaşadığı bu çatışmayı ona yeni bir bilinçlenme düzleminde göstererek iç dünyasındaki katmanların arasındaki dolaylı ve sapmış iletişimi dolayımsız kılmaktır.
Bir süreç olarak psikanaliz
19. yüzyılın sonu ve 20.yüzyıl başlangıcının hareketli, bunalımlı ve üretken günlerinde ortaya çıkan ve insanlığın düşünce ikliminde büyük heyecanlar yaratan psikanaliz, yaratıcısı Sigmund Freud’un dediği gibi, insanın kendini o güne kadar gördüğü şekil ve içeriklerde büyük değişiklikler yaratmıştır. Bu değişikliklerin getirdiği kaygı ve direnç de kaçınılmazdır.
Freud’a (1917) göre, insan başlangıçta dünyanın evrenin merkezinde oturduğuna inanmıştır, ancak sonra astronomik bulgularla –ne kadar dirense de- kabul etmek zorunda kalmıştır ki, dünya evrenin ne merkezindedir, ne de en önemli gezegenidir. Bu kozmolojik bir darbedir.
İkinci darbe biyolojinin alanında ortaya çıkar. Darwin’in çalışmaları ile insan hayvanlar dünyasından farklı bir varlık olduğu iddiasından da vazgeçmek zorunda kalır. Tabi ki bu değişiklik te dirençsiz ve hiddetsiz olmaz.
Üçüncü darbe psikolojik olandır ve en acı vericisidir. Psikanaliz insana göstermiştir ki, ‘ego’ (ben)[2] kendinden ne kadar emin olsa ve her şeyin elinin altında, kendi kontrolu altında olduğunu düşünse de, kendi evinin sahibi değildir. Bilinçdışı onun gücüne en büyük rakiptir ve çoğunlukla süreçleri o yönlendirmektedir. Freud’a göre ego’nun psikanalize direnci, bu gerçeğin kabulünü istememektir.
Psikanalize göre, bebeğin yaşamın başlangıcındaki tüm-güçlü ve sınırsız (aynı zamanda belirsiz ve dağınık) yaşantısı, varoluşun çeşitli hakikatleri, sınırları, engellemeleri, hüsranları ile karşılaştıkça dönüşümler yaşar. Bu dönüşümler insanı haz ilkesi güdümünde yaşamaktan gerçeklik ilkesine, birincil sürecin tek gerçek olduğu durumdan, ikincil sürecin de onunla birlikte varolduğu duruma taşır. İnsanın psikolojik yapısının inşası ve kişilik örgütlenmesi gibi hem onun biricikliğini, hem de diğer insanlarla bir ortak paydada buluşmasını sağlayan olgular bu dönüşümlerdir. Bu dönüşümlerin en genel anlamda tanımlamasına ‘insanlaşma serüveni’ diyebiliriz. Bu dönüşümler acısız gerçekleşmez. İnsanlaşma serüveninin adımlarında pişmanlıklar, yaslar olduğu kadar , hiddetler, isyanlar ve inkarlar da vardır. İnkar ve hiddet insanı belli adımlarda sabit kılabilir. Kişi o adımlarda takılı kalabilir.
Money-Kyrle (1971) bireyin psişik gelişiminde hesaplaşması gereken üç olgu olduğunu söyler. Şüphesiz ki, gelişimde içinden geçilecek olgular bu sayıyla sınırlı değildir. Ancak bu üçünün özel bir önemi olduğu, psikanalizle ilgilenen ve derinlemesine psikanalitik çalışma yapmış kişiler tarafından kabul edilecektir. Birincisi, bebeğin kendi varlığından ayrı bir memeye tahammül edebilmesidir. Açlığının, aşkının, saldırganlığının, hasetinin nesnesi olan o memeyi bütünü ile kontrol etmek, kendine katmak, tahrip etmekten vazgeçip (ki şüphesiz tüm bunları yapacak, ancak sonra pişmanlık ve suçluluk geliştirecektir), onunla iki ayrı varlık olarak –ve ne yok olarak, ne de yok ederek- yaşayabilmek başarıyla atılması gereken ilk adımdır. Bu öteki’nin ötekiliğine tahammül edebilme kapasitesidir.
İkinci adım cinsiyeti tanımak ve kabul etmektir. İlk adımda tümgüçlü bir durumdan ‘ben ve öteki (meme)’ olarak bölünmüş bir dünyaya düşen çocuk, ikinci adımda bir başka bölünmüşlüğü daha kabul etme noktasındadır. O iki cinsiyetten birine aittir. Tabii ki, ilk adımda olduğu gibi, burada da inkar etmek, isyan etmek; bölünmenin nesnesine (burada diğer cinsiyete) haset duymak ta ihtimal dahilidir.
Üçüncü adım varoluşta bir başka ‘daralma’yı işaret eder. Bu da kuşak, zaman ve ölümlülük ile ilgilidir. Kişi bir önceki kuşağın (anne-babanın) kendini yarattığını, zamana ve ölümlülüğe tabi olduğunu kabul etmek durumundadır. Çocuklar için duyulması en tatsız şeylerden biri ‘Sen daha küçüksün. Büyüyünce yaparsın’dır. Büyükler için de en tatsız sözlerden biri ‘Sen kendini genç mi sanıyorsun?’dur. Herhalde genç, yaşlı herkes için ise, ‘Öleceksin’ cümlesinden tatsızını bulmak zordur. Bu adımı kabul etmek sanıldığı kadar kolay değildir ve yaşam boyu devam eden bir çekişmeye ve acıya sahne olabilir.
Psikanalize göre, insanlaşma serüveninin değişik noktalarında takılıp, oralarda değişik savunmacı düzeneklerle –astarı yüzünden pahalıya gelse de- tutunmaya çalışan kişi, bu takılmanın yarattığı sonuçlardan acılar çeker, ancak bunun bilincinde değildir. Psikanalitik süreç yukarıdaki olgularla hesaplaşma sahnesinin kurulduğu bir platform yaratır. Kişi kendi inkar ve isyanlarıyla yüzleşmeye girer ve kendi yazgısını kabul etmeye başlar. Bu onun özneliğini (insaniliğini) kurma ve/veya onarma yoludur.
Psikanalizin dört ekolü
Bugün Psikanalizin dört ana ekolden oluştuğu görüşü yaygın bir şekilde kabul görmektedir. Bu dört ekolün tanımları, sınırları, işlevleri üzerine bütünsel ve karşılaştırmalı bir kaynak olarak Fred Pine’ın eseri ‘Dürtü, Ego, Nesne, Kendilik’ (1990) özel bir yere sahiptir. Pine’a göre, Dürtü, Ego, Nesne [3] ve ‘Kendilik’ (self) olguları dört ayrı modelin temsilcisidirler. Modeller, hem bizim neyi veri olarak değerlendireceğimizi, hem de bu veriyi nasıl düzenleyeceğimizi ve anlayacağımızı belirleyen düşüncelerdir. Pine, yukarıda adları anılan dört olgunun modellerine ‘psikanalizin dört psikolojisi’ adını verir. Ona göre, çeşitli psikanalitik psikolojiler değişik odaklı gözlemlerden türerler. Gözlemler veri toplama araçlarıdırlar ve insanın gelişimi ve klinik ortam gibi iki odak üzerinde yoğunlaşırlar. Psikanaliz, bireyin gelişimi ile onun klinik görüntüsü arasında, yani bir bakıma ‘eski’ ve ‘yeni’ arasında (aynı zamanda analiz edilenin iç dünyası ile dış gerçeklik arasında) bir bağlantı noktası olduğuna inanır. Buna ‘aktarım’ (transference) adını verir. Aktarım bireyin gelişim süreci boyunca şekillenmiş iç dünyasını, bir ‘tekrar’ halinde dış dünyaya yansıtmasıdır. Örneğin kişi analizine başlamasından bir süre sonra, analistiyle babasıyla yaşadığı çekişmeleri yaşadığını hissetmeye başlayabilir. Aktarım hem anlama ve açıklamanın, hem de bunlar sayesinde (aktarım yorumlarını kullanarak) bireyin iç dünyasında değişimler yaratabilmenin temel olanaklarını sunar. Analiz edilen kişi, aktarımı analist tarafından yorumlandıkça iç dünyasının bilinçdışı tarafına ‘içgörü’(insight) kazanmaya başlar. Son yıllarda önem kazanan ‘karşı-aktarım’ (counter-transference) kavramı ise, psikanalistin analiz ettiği kişiye, onun öyküsüne ve onunla birlikte oluşturduğu analitik ortama aktarımıdır. Karşı-aktarım ilk zamanlarda, analist için engelleyici ve muhakkak elenmesi gereken bir olgu olarak görülürken, son zamanlarda, analistin farkında olması gereken, ancak iyi okunduğu ve anlaşıldığı takdirde analiz edilen kişi hakkında önemli bilgi unsurları içeren bir imkan olarak görülmektedir.
Noy (1977) psikanalizin eşsiz bir teori olmasını, çok-modelli karaktere sahip metapsikolojisine bağlar. Ona göre bu özellik psikanalizi diğer çağdaş psikoloji disiplinlerine üstün kılmıştır. Pine birden fazla modelin varlığını iki kavramın yardımıyla anlamaya çalışır: Çok-işlevlilik ilkesi (Waelder, 1936) ve ‘anlar’ olgusu. Çok-işlevlilik ilkesi’ne göre, psişik aygıtın bir edimi birden fazla işlev görebilir. Örneğin, klasik ekolün cinsel kökenli bir çatışmanın ‘eyleme-dökülmesi’ (acting-out) olarak tanımladığı herhangi bir klinik malzeme, farklı perspektiflerden, bir adaptasyon çabası, travmatik nesne ilişkisine ‘hakimiyet’ (mastery) denemesi veya ‘kendilik-deneyimi’ (self-experience) sürekliliğini sağlama gayreti olarak görülebilir. Pine’a göre, insanoğlunun gelişimini izlerken veya bir klinik çalışmada analiz edileni ‘dalgalanan dikkatle’ dinlerken, farklı ‘anlar’da farklı şeyler duyarız. Pine iddiasını anlaşılır kılmak için, ‘gözleri bağlı adamlar ve fil’ örneğini verir. Gözleri bağlı adamlar bir filin önüne getirilirler. File dokunan adamlara görmedikleri şeyin ne olduğu sorulur. Filin değişik yerlerine dokunan adamlar, fili sadece bir kuyruk, bir hortum veya bir bacak olarak tanımlarlar. Pine’a göre insanoğlunun karmaşık yapısını tek model ile açıklamaya çalışanların düştüğü durum buna benzer ;‘bütün’ü bir hortum ya da kuyruk zannederler. Pine benzetmedeki ‘uzaysal’ boyutun yerine ‘zamansal’ boyutu koyar. Filin değişik bölümleri -ön, arka, yan, vs. gibi- uzaysal boyut üzerindeki farklılıklardır. İnsanoğlunun kompleks psişik yapısının farklılık ve çeşitliliği ise, zamansal boyutta ortaya çıkar. Analiz edilenin bir an’daki çağrışımı bir model ile, bir başka an’daki çağrışımı ise bir başka model yardımı ile anlaşılabilir.
Pine dört modelin, Greenberg ve Mitchell’in (1983) öne sürdüğü gibi bir ‘kavramsal tutkal’ ile birbirlerine yapıştırılmaları gerektiği fikrine katılmaz. Ona göre, metapsikoloji düzeyindeki bir tutkalın, deneyimin kendisi göz önüne alındığında bir değeri yoktur. Bireyin deneyiminin kendisi bu değişik psikolojilerin nasıl bütünleştiklerine bir kanıttır. Birey bu deneyimleri bir bölünmüşlük veya parçalanma olarak yaşamaz; kuramcıların metapsikoloji ile uğraşırken uğradıkları kafa karışıklığı kendi dertleridir. Pine esnek ve belirsizliğe tahammüllü bir analistin analiz ettiği kişiyi bu değişik psikolojilerin yer değiştiren etkisini izleyerek anlayabileceğini ve yardım edebileceğini iddia eder. Analist bu esneklik içinde gene de en temelde bir ön-kabuller sınırı içindedir. O ‘psişik fenomen üçlemesi’ne tabidir: psişik determinizm, bilinçdışı zihinsel işleyiş, birincil süreçlerin varlığı [4]. Aynı zamanda, klinik bir üçlemeye de sadıktır: Tarafsızlık; doyurmama ve göreceli anonimite.
Pine’a göre, Dört Psikoloji psişik aygıtın değişik örgütlenmeleridir. Bebeklik döneminden başlayarak birbirlerinden ayrışmış olarak fark edilebilirler; tüm yaşam sürecine yayılan gelişim hatları ve gelişim ödevleri (sınavları) vardır; her biri diğerlerinden farklı güdülenme özelliklerine sahiptirler. Bu Dört Psikoloji örgütlenmelerinin her biri, bireyin kişilik örgütlenmesini bir hiyerarşik etki düzeni içinde, daha az veya daha çok belirlerler. Bir başka deyişle, bir kişinin öyküsü, Dürtü modelinin yardımı ile daha rahat çözümlenirken, bir diğer kişininki Kendilik psikolojisinin kavramlaştırmaları ile daha derinlemesine anlaşılabilir. Ancak, böyle ‘bir modelin baskınlığı’ durumu her zaman rastlanan bir olgu değildir ve böyle olduğunda bile, o kişilerle çalışma, gene de, az veya çok, diğer modellerin yardımına gereksinim duyar.
Pine’a göre her analist, analiz ettiği kişiyi dinlerken ve yorumlarken dört ayrı malzeme üzerine odaklanır: Dürtü doyurma (doyuramama); savunma/uyum; eski ilişkilerin tekrarı; kendilik-deneyimleri (duygulanım ifadeleri). Bu durum analiz edilen kişinin deneyimlerinin doğal yansımasıdır. Bu değişik malzemelerin her biri üzerinde -bazen diğerlerini dışlayarak- çalışan kuramcı ve uygulamacılar dört psikanaliz ekolünü yaratmışlardır: Dürtü-savunma Ekolü, Ego psikolojisi, Nesne ilişkileri ekolü ve Kendilik psikolojisi.
Bu dört ekolün içerikleri nelerdir ? Dürtü-savunma ekolüne göre, içsel itkiler bireyin güncel davranışlarının kökenindeki ana belirleyicilerdir. Bunlar başlangıçta daha çok biyolojik özelliktedirler (içgüdüler). Ancak yaşam boyu sürecek bir değişim ve etkileşim dinamiği ile farklılaşırlar ve psişik hale gelirler (dürtüler) [5]. Bu içgüdülerin dürtüleşmeleri sürecidir. Psikanalist analiz ettiği kişiye yardım etmek için onun arzu, gereksinim ve isteklerini ve onlarla karşıtlık içinde olan yasakları, engelleri, dış-gerçekliği ve dolayımında savunmaları ve kaygıyı çözümlemek / yorumlamak zorundadır. Bu ekol şüphesiz Freud’un kurduğu ve tanımladığı hali ile psikanalizin anayurdudur ve bugün kendisine verilen isimle ‘Anayol Psikanaliz’in (Mainstream Psychoanalysis) yatağıdır.
Ego psikolojisinin Dürtü-savunma ekolünden bütünü ile farklı bir model olup olmadığı tartışılabilir. Ego psikolojisinde ‘uyum sağlama’ (adaptation) olgusu ön plana çıkarılmıştır. Uyumun işlevselliği hem iç-dünyadaki itkilere, duygulanımlara, fantezilere, hem de dış-dünyadaki gerçeklik zorunluluklarına yöneliktir. Ego zafiyeti gibi bir kavram patoloji tanımlamalarında sık bir şekilde kullanılmıştır. Ego psikolojisi insanı sadece nevroz kökenli, çatışma-ürünü bir varlık olarak değil; aynı zamanda, akla-uygun, mantıklı ve tarafsız olabilen bir varlık olarak görmüştür. Adeta Ego psikolojisi, Freud’un ağzına purosunu götürürken müstehzi gülümseyenlere verdiği yanıtı benimsemiş gibidir: ‘Bir puro ‘bazen sadece’ bir purodur’. Ego psikolojisinin doğumunda etken olan en önemli değişkenlerin zamansal ve coğrafi değişim olduğunu düşünmemek elde değildir. Ego psikolojisi, değişen ‘zeitgeist’a (çağın ruhu) ayak uyduran bir psikanalizdir. Psikanalizin daha pragmatik bir kültür olan Anglo-sakson dünyası ile karşılaşması, onu ‘uyum’a zorlamıştır. Psikanaliz artık kendi kuramsal ve klinik temellerini gözden geçirmek zorunda kalmıştır. Genişleyen ruh sağlığı hizmeti talepleri ve değişen ve çeşitlenen patoloji profilleri, klasik psikanalitik uygulamaları bazı durumlarda hem lüks, hem de kullanışsız kılmıştır. Ego psikolojisinin en önemli ismi Anna Freud’un çocuklarla çalışmaları bu ‘uyum’un en açıklayıcı örneğidir. Anna Freud analiz ettiği kişilerle ile çalışırken, yeri geldiğinde bir öğretmen, yeri geldiğinde bir danışman olabilmektedir. Onun terapötik değişimin araçlığını, klasik psikanalitik araçlarla ile birlikte eğitim ve öğretime de verdiğini görürüz.
Nesne ilişkileri ekolü bireyi bir içsel dramanın perspektifinden görür. İlk nesneler ile -bebeklik ve çocuklukta- yaşanan deneyimlerin bellek birimleri iki yönde işlev görür: Öncelikle, bireyin güncel deneyimlerini assimile ederek, kendilerine katarlar ve onların içsel deneyim kalıplarından farklı yönlerini törpülerler. Ayrıca, dış-dünyaya yansıtma ve yansıtmacı özdeşleşmeler ile etki edip (bir yerde ‘kendini doğrulayan kehanetler yaratıp’) bireyin, erken-dönemde yaşadığı içsel dramaların benzerleri veya farklı versiyonlarını dışarıda üretirler. Bunun en temel iki amacı, acı verici içsel sahnelere ‘hakimiyet’ (mastery) kazanma çabası (pehlivanın hep tuş olduğu rakibini bu sefer yenmesi) veya dürtü doyumudur. İki amacın aynı zamanda etken olması olasıdır. Nesne ilişkileri ekolü, özellikle 1940’lardan başlayarak psikanaliz içinde etkisini arttıran ve yaygınlaşan bir ekol olmuştur. Özellikle, kişilik bozuklukları ile çalışırken, analistlerin çok sık kullandıkları teknik ve kavramları bünyesinde barındırır. Psikanalizin tarihsel perspektifinde önemi gitgide daha yoğun hissedilen Melanie Klein ve güncel yayın ve kurumlaşmalarda hemen göze çarpan ‘lider’ Otto Kernberg bugün Nesne ilişkileri ekolünün ilk akla gelen isimleridirler. Nesne ilişkileri ekolünün hemen hemen bütün kuramcıları, Dürtü-savunma ekolü (ve hatta Ego psikolojisi) ile bağlarını koparmadıklarını tekrar tekrar ifade ederler. Onlar için, farklılaşmanın yegane sebebi, kuramın ve uygulamanın daha sağlam hale gelmesi ve genişlemesidir. Kaldı ki, onlara göre, bu değişimin tohumları bizzat Freud tarafından atılmıştır. Freud (1917) tüm önemli ilişkilerin kaybedildikleri zamandan sonra ego’da bir ‘özdeşleşme’ izi bıraktıklarını söylemiştir. Bir başka deyişle, kaybedilen içe-alınmıştır. Ayrıca, Freud’un Oidipus karmaşası da bir ‘üçgen drama’dır [6]. Özdeşleşmeler vicdan ve süper-ego’ya dönüşürler. Freud’un dehasının en büyük keşiflerinden biri olan aktarım olgusu da, Nesne ilişkileri kuramcılarının, klasik teori ile kendi aralarında gördükleri köprüdür. Aktarım içsel-dramanın dışa-yansıtılmasıdır ve yaşam boyu tekrar etme özelliği gösterir. Ancak Bollas (1987) Heimann’ın 1950’lerde sorduğu şu sorulara gönderme yaparak Nesne ilişkileri ekolünün klasik kuramdan farklı olduğunu savunur. Heimann analistin analiz ettiği kişiyi dinlerken şu üç soruyu kendi içinden sormasını önerir: ‘Kim konuşuyor ?’. Analiz edilenin çağrışımlarındaki özne kimdir ? Kişinin iç dünyasındaki hangi nesne (veya zamir) konuşmaktadır ? Hangi rol harekete geçmiştir ? İkinci soru ‘kime konuşuyor ?’dur. Konuşan nesne hangi nesneye (zamire) hitap etmektedir ? Bu diyalogda hangi ilişki kipi harekete geçmiştir ? Hangi nesne analiste yansıtılmaktadır ? Üçüncü soru ‘şimdi bunları niye söylüyor ?’dur. Bu diyalogun amacı nedir ? Hangi arzuyu doyurmaktadır veya hangi çatışmanın sonucudur ? Bollas Dürtü-savunma ekolünde ya da Ego psikolojisinde analiz edilen kişinin çağrışımlarının iki yönlü dinlendiğini düşünür. Ya bilinçli düzeydeki ifadelerdir bunlar; ya da ara sıra bilinçli düzeye sızan bilinçdışı (iç dünyadaki öteki) konuşur. Bilinçli düzey bu sızmaları fark ettikçe (yakaladıkça; kendi sesini duydukça) gizli arzu ve çatışmaları çözümleme imkanını bulur. Nesne ilişkileri ekolü bu ikili dinlemeye karşı olmamakla birlikte, bu ‘x’ eksenine, bir ‘y’ ekseni eklemiştir. Dinlemedeki bölünme sadece ‘bilinç’ ve ‘bilinçdışı’ arasında değil, iç dünyadaki çeşitli nesneler, etken-edilgen roller ve ilişki kipleri arasındadır.
Bu noktada şunu belirtmek gerekir. Nesne ilişkileri ekolünün ortaya çıkışı ve kuvvetlenişini, patolojik görüngülerde kişilik bozukluklarının daha sık görünmeye başladığı dönemlere bağlayabiliriz. Oysa Dürtü-savunma ekolü tarihsel olarak nevrotik görüngülerle daha ilgili olagelmiştir. Kişilik bozukluklarının patoloji yapısı nevrozdan oldukça farklıdır. Kohut (1977) nevroza yatay yarılma adını verir. Buradaki yarılma ‘bilinç-bilinçdışı’ arasındadır. Kohut kişilik bozukluklarını ise ‘dikey yarılma’ kökenli görür. Bu patolojilerde iç dünya değişik kendilik ve nesne kümeleşmelerine bölünmüştür. Hem bilinç, hem de bilinçdışı düzeyde birden fazla öznelik ve nesnelik odağı vardır ve bunlar sıkça yer değiştirirler. Bu durum kaotik doğalı bir aktarım-karşı-aktarım etkileşimi yaratır. Bu sebeple, Heimann’ın üç sorusu karmaşayı çözebilmek için önemli araçlardır.
Kendilik psikolojisi ekolü ‘kendilik’ (self) olgusuna vurgu yapar. Kendilik Psikologlarına göre, Ego, analistin bilimsel fantezilerinin bir ürünüdür. Bilimsel incelemenin nesnel birimine verilen isimdir. Canı yoktur; bölünüp, parçalandığı için hayatiyeti yok olmuştur. Oysa, ‘kendilik’ deneyimsel bir kavramdır. Gözlemcinin kendi ‘canlı’ deneyimleri üzerine yapılmış gözlemlerinin fenomenolojik ifadesidir. Özneldir, katılımcıdır ve tutkuludur. Kendilik, bir kutubu ‘nesne’ olan fenomenoloji doğrusunun diğer kutbudur. Kendilik psikolojisine göre, kendilik-deneyimleri (öznel durumlar), belirli kendilik-nesne karşıtlıklarında kendi başlarına güdüleyici özelliklere bürünürler. Özellikle bebeğin narsissistik gelişimi açısından anlamlı ‘teşhirci’, ‘idealize edici’ ve ‘ikiz’ kendilik-deneyimleri, bireyin yaşam boyu sürecek güdülenme dinamiklerini oluştururlar. Bu güdülenme dinamikleri -klasik kuramdan farklılaşan bir şekilde- ölüme kadar değişim ve farklılaşma gösterebilirler. Kendilik psikologları için kendilik-deneyiminin duygulanımsal rengi çok önemlidir. Duygulanımın kendilik-deneyimine kattığı duyumlar (kendilik-duyumları), kendiliğin sağlamlığı ve bütünlüğü; kendilik-deneyiminin uyum ve sürekliliği ve kişinin ‘öz-değeri’ (self-esteem) açısından belirleyicidirler (Nathanson, 1992; Siegel, 1996). Kendilik psikologları önce analiz edilenlerin ‘ne halde’ olduklarını duymaya çalışırlar. ‘Eşduyumsal bir içe-bakış’la (Empathic Introspection) kişilerin kendilik-deneyimlerini anlamayı amaçlarlar. Onlara göre, en az aracılı psişik bulgu kendilik-deneyimidir. Bir ‘öteki’nin kendilik-deneyimini anlamak ta, gözlemcinin ancak eş-duyumsal yolla kendi kendilik-deneyimi üzerine yoğunlaşması ile başarılabilir. Yoksa, Ego, Thanatos, Libido, vs. gibi model soyutlamaları, anlama çabasını bir ‘nesneleştirme’ sürecine dönüştürür. Kendilik psikologlarına göre, bu ‘nesneleştirme’ ve dolayısıyla ‘nesneleşme’ ve ‘yabancılaşma’ psikanalizin vardığı son noktadır. Bu anlamda yüz senelik psikanaliz projesinin ulaştığı bu nokta revize edilmelidir. Kendilik psikolojisi ise, bu başarısızlıktan uzaklaşmak için, hedefi model soyutlamaları ile ‘açıklamak’ olan bir anlayıştan, amacı fenomenolojik bir ‘anlamak’ olan perspektife devrilmenin / evrilmenin projesidir. Kendilik psikolojisi özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde gitgide yaygınlaşan bir ekol olmuştur; psikiyatri dışındaki ruh sağlığı mesleklerinde (klinik psikoloji, psikolojik danışmanlık, sosyal hizmet uzmanlığı, psikiyatrik hemşirelik) daha yaygın kabul görmektedir. Kendilik psikolojisinin sonuç olarak, toptan bir psikanaliz eleştirisi olduğu ve psikanalitik sayılamayacağı eleştirisi çok sık ve yaygın yapılmaktadır.
‘Perde anı’ ve ‘Model sahne’ kavramları
Bu bölümde, buraya kadar anlatılan şeyler, kuramsal ve klinik bir tartışmanın somutluğunda farklı bir şekilde bir daha ele alınacaklardır. Bu kuramsal ve klinik tartışma, klasik kuramda ‘Perde anı’ (screen memory) ve çağdaş psikanalitik kuramlarda (Kohut’un Kendilik Psikolojisi ekolünden sonra ve ondan türeyerek doğan bazı teoriler) ‘model sahne’ (model scene) adlarını alan ve benim aralarında önemli ilişkiler olduğunu düşündüğüm iki kavramın karşılaştırmasını içerecektir.
Önceki sayfalarda bugünlerde psikanalizin dört ekolü olduğunun genel kabul gördüğüne değinmiştim. Dürtü-savunma, Ego psikolojisi ve Nesne ilişkileri ekolleri aralarında önemli ortaklıklar bulundurmaktadırlar ve bu ortaklık genelde ‘anayol psikanaliz’ (mainstream psychoanalysis) adını almaktadır. Dördüncü ve en son ekol olan, Kendilik psikolojisi ise bu ortaklığın içinde görülmez. Kendilik psikolojisi ve kendisinden sonra doğan ve kısmen ondan türeyen ‘ilişkisel psikanaliz’ (relational psychoanalysis) ve ‘özneler-arası’ (intersubjectivity) gibi yeni yaklaşımlar ‘çağdaş psikanalitik kuramlar’ şemsiyesi altında toplanırlar. Bu iki öbek (anayol psikanaliz ve çağdaş psikanalitik kuramlar) arasındaki gerilim psikanalizin son yıllarda tanık olduğu yeni bir dinamik olarak karşımıza çıkar (Kernberg, 1997). Bu bölümde ele alacağımız iki kavramdan ilki (Perde anı) anayol psikanalizin, ikincisi (model sahne) çağdaş psikanalitik kuramların klinik ortamda birbirine yakın yerlerde duran olgulara verdiği iki farklı isimdir. Bu iki kavramın tanım, odak ve işlevlerindeki farklılıklar iki psikanaliz gruplaşmasının epistemolojik ve ideolojik farklılıklarını da ortaya koyduğu için çok dikkat çekicidir.
’Perde anı’ psikanalitik literatürün en erken kavramlarından biridir. Freud tarafından ilk olarak 1899 tarihinde aynı adı taşıyan makalede psikanaliz dünyasına tanıtılmıştır. Bu makalede Freud (1899) bazı insanların göreceli olarak önemsiz görünen olayları net olarak hatırladıkları halde, yaşamlarında önemli yer tutan bir kısım olayları hatırlamadıkları gözleminden hareketle, hatırlanan önemsiz sahnelerin önemli olanları perdelediğini savunur. Bu savunmacı oluşum bir yer değiştirmedir. Freud’a göre, bu yer değiştirme, hatırlanan sahne ile hatırlanamayan arasında bir süreklilik içerir. Yani, hatırlama ediminin nesnesi, saklanan sahne değil, onun bir komşusudur. Hatırlanabilen sahne bu komşu sahnedir. Komşuluk zamansal, mekansal ya da çağrışımsaldır. Yer değiştirme Perde anı olgusundaki savunmacı tek mekanizma değildir. Sakıncalı sahnenin unutulmuş olması da, bastırma ve yer değiştirmenin kol kola işlevsel olduklarını gösterir.
Perde anı Freud’un yazdıklarındaki en erken kavramlardan biri olsa da, diğer pek çok erken kavramın akıbetine uğramamış, Freud’un yaşamının sonuna kadar kuramsal ve pratik önemini korumuştur. Bunun en temel sebebi, kavramın özünün psikanalizin ruhuna son derece uyumlu olmasıdır. Bu ruh ‘karşıt kuvvetlerin çatışmasının sonucu olan ‘uzlaşım’dır (compromise). Semptom, düş ve parapraxis için olduğu gibi, Perde anı’nın oluşumunda da geçerli olan dinamik, kendini bilinç düzeyinde ifade etmeye çalışan güçlerle, onları engellemeye çalışanların mücadelesidir. Sonuçta, ne birinin, ne de diğerinin istediği olur. Kendini açığa çıkarmaya çalışan aynen düşte olduğu gibi, belli bir değişimle gün ışığına çıkabilir. Bu değişim bir çarpılmadır. Sansür mekanizması bunu zorunlu kılmıştır.
Perde anı olgusunun temelindeki önermeye göre, hatırlanması kaygı yaratıcı olan bir anı, tarihsel bir hakikat olarak vardır. Perde anı mekanizması bu hakikati tül bir perdenin arkasına alır. Aynen tül perdenin yaptığı gibi, hem biraz gösterir, hem de biraz gizler. Freud (1899) Perde anılardaki bu gizleme mekanizmasının aynen bir düşte olduğu gibi yoğunlaştırma, simgeleştirme ve ikincil elden geçirme içerdiğini düşünmüştür. Perde anı bir düş gibi çözümlenmelidir. Hakikate ulaşmak için, bu unutulmuş ve bilince değişerek çıkmış malzeme analitik ustalıkla ele alınmalıdır (Freud, 1914).
Perde anının arkasında duranın bir ‘tarihsel hakikat’ olduğu düşüncesi, ilerleyen satırlarda, psikanalizin post-modern nitelikli kavramlarından ‘model sahne’ ile karşılaştırılması bağlamında eleştirel olarak ele alınacaktır. Şimdilik, Freud’un da -zaman zaman çelişkili bir görüntü verecek şekilde- ‘Perde Anılar’ (1899) ve ‘Analizde İnşalar’ makalelerinde (1937) ‘tarihsel hakikat’ olgusunu nerdeyse post-modern bir şekilde ele aldığını belirtmekle yetinelim.
Perde Anı: Tanım ve Özellikler
Perde anı sahnelerindeki olaylar olağan, sıradan ve göreceli olarak masum içeriklere sahiptirler. Öte yandan, hatırlanan sahnenin ‘hatırlanması’ istisnai bir berraklık ve süreklilik barındırır. Bu hali içeriğindeki sıradanlık ve olağanlıkla bir kontrast içermektedir (Laplanche & Pontalis, 1988). Nasıl olmaktadır da böylesine masum ve sıradan bir anı, sayısız benzerinin arasından sıyrılıp, bu derece net ve berrak bir şekilde bellekte kendine yer edinmektedir ? Freud’u bu kavram üzerine kafa yormaya iten soru budur.
Hatırlayan kişi perde anı sahnesini iki yönlü deneyimler. Bir taraftan sahneyi doğrudan özne olarak deneyimler, diğer taraftan kendisini sahnede üçüncü tekil şahıs olarak seyreder (Greenacre, 1949).
Perde anılar, olumlu ve olumsuz olarak ikiye ayrılırlar. Bu anıların içeriği arkalarında sakladıkları anıların içeriği ile uyumlu, ya da tersi olabilir. Uyumlu olursa ‘olumlu perde anı’, tersi olursa, ‘olumsuz perde anı’ adını alırlar (Good,1997).
Perde anı sahnesi gizlediği olayın öncesindeki, ya da sonrasındaki bir olay olabilir. Eğer öncesinde ise, ‘retroaktif perde anı’, sonrasında ise ‘ileriye doğru yer değiştirmiş perde anı’ adını alır. Literatürde daha sık rastlanan kullanımına bakarsak, perde anının zamansal olarak, gizlediği olayın sonrasındaki bir sahne olarak örneklendiğini görürüz. Doğrusu, bu şekilde kullanım, psikanalizin ruhuna daha uygun görünmektedir. Psikanalistler daha az hatırlanan ve sonrakiler tarafından gölgelenenin hep daha öncekiler olduğunu düşünmeye eğilimlidirler. Oysa Freud’un kavramı ortaya attığı ilk makalede, analiz ettiği bir kişiden söz ediyormuş gibi, kendi yaşamından aktardığı örnekte, perde anı olgusu, önceki bir sahnenin sonrakileri gizlemesi olarak belirir (Freud, 1899). Ayrıca Freud gizleyen ve gizlenen sahnelerin birbirlerinden ayrılamayacak kadar aynı dönemlere denk gelmesi durumundan da söz eder.
Perde anı sahnelerinin önemli bir kısmı tarihsel olarak doğrulanamayan yapıdadır. Ayrıca –diğer tarihsel olaylarla birlikte ele alındıklarında- bütünsellik ve derinlik eksiklikleri vardır. Bu sahneleri hatırlayan kişinin kendi başına veya anlattığı yakınlarının yardımı ile farkına vardığı tarihsel hatalar ve yer/zaman değişiklikleri bulunmaktadır. Ancak tüm bunlar bu sahnenin berraklığını değiştirmez ve kişinin bu sahnelerin gerçekten yaşandığına dair inancını azaltmaz. Bu anlamda bu anılar son derece katı ve donmuşlardır (Good, 1997). Perde anılar ‘tarihsel hakikat’ boyutunda değerlendirilince, çarpılma içerirler. Önemli olan psikanalitik çalışmayla bu çarpılmayı çözüp, doğru bilgiyi elde etmektir (Freud, 1914).
Klasik psikanalitik düşünceye göre, perde anı, çocukluğun bastırılmış ‘ilk sahne’sini gizleyen bir perdedir. Bu anlamda, aile-içi romansın ürünüdür. Yani, anne-baba-çocuk arasındaki arzu-yasak dinamiğinin tanıklıklarını içerir. Bir rakip ve aşık olarak çocuk, anne-babanın cinsel birlikteliğine tanık olur ve şiddetli duygularla bu sahneyi seyreder. Bu tanıklığın yarattığı çatışma psikanaliz odasında aktarım nevrozu olarak tekrar üretilip, daha sonra onu çözümleme başarılırsa perde anı inatçılığını yitirir. Arkasındakini açığa vurmak için sahneyi terk eder. Perde anı, ilk sahne ile aktarım nevrozunun çözümü arasındaki bölgede bir arayüz’dür. O tam olarak hatırlanamayan ve tam olarak unutulamayandır (Frank, 1969)
Bu bağlamda perde anının devinimleri ve dönüşümleri psikanalitik çalışmanın gidişatını değerlendirmek açısından önemli araçlardır. Perde anı sahnesinin değişimleri (sahnenin yarattığı duyguların şiddetini yitirmesi, sahnenin zihinde eskisi kadar yer işgal etmemesi, vs.) psikanalitik çalışmanın bitiriliş kriterleri arasında görülür. Değişmemiş ve zihindeki meşguliyet özelliğini kaybetmemiş bir perde anı varsa, psikanalitik çalışma henüz hamlığını yitirmemiştir ( Mahon ve Mahon, 1983).
Model Sahne: Tanım ve Özellikler
Model sahne Lichtenberg, Lachmann ve Fosshage (1992) tarafından ortaya atılmış ve psikanalizin post-modernite ile karşılaşmasını dramatik şekilde temsil eden bir kavramdır. Bu kavram, önceki sayfalarda tanımlanan psikanaliz ekolleri hatırlanırsa, ilk üç ekol olan Dürtü-savunma, Ego psikolojisi ve Nesne ilişkileri ekolünün kullanım alanında görülmez. Model sahne Kendilik psikolojisinin ürünüdür. Özellikle Kendilik psikolojisinin doğumunu ve gelişmesini takip eden yıllarda ortaya çıkan ve Çağdaş psikanalitik kuramlar adını alan, yoğun derecede post-modern, yapısalcı ve ‘yorumsamacı’ (hermeneutic) dönemin özelliklerini barındırır. Klasik bakışın tersine, ‘tarihsel hakikat’ perspektifinde izleri sürülecek ve açığa çıkarılacak bir geçmişi aramaktan ziyade, ‘söylemsel hakikat’ kavramının ışığında (Spence, 1986), şimdi’de yeniden inşa edilecek bir geçmiş versiyonunu araştırır. Tüm hatıralar, hatırlandıkları güncel ilişkisel bağlamlarda yeni şekiller alırlar. Bu olgu hem hatıraları, hem de bağlamları her an yeniden belirler. Bu dinamik hem ilişkiseldir, yani, canlanan anılar ilişkideki tarafların birlikte inşalarıdır; hem de zamansaldır. Geçmiş ve güncel (ve hatta gelecek), birbirlerini her an etkiledikleri sürekli bir etkileşim içindedirler.
Lichtenberg, Lachmann ve Fosshage’ye (1992) göre, psikanalitik süreçte analist ve analiz edilen, anlama ve açıklamayı kolaylaştıran bazı sahneler inşaa ederler. Bu sahneler analiz edilenin sorunlarını ve sorunların gelişimsel kaynaklarını birbirine bağlayan simgesel anlatımlara sahiptirler. Model sahne bazen yoğunlaşmış bir anı parçası, bazen bir fantezi, bazen bir film veya roman olabilir. Model sahne analiz edilen kişinin geçmişi ile bugünü arasında tekrarlarla oluşan bağlantıyı gösterdiği gibi, aktarımdaki duruma da ışık tutar. Model sahnenin gerçekten yaşanmış bir olay olup olmaması, ya da, yaşanmışsa, gerçeklik derecesi gibi bir sorgulama gereksizdir çünkü model sahne güncel, geçmiş ve geleceğin bir amalgamıdır. Bu amalgam, Kohut’un (1971) ‘teleskoplama’ kavramı ile daha anlaşılır hale gelir.
Kohut’a göre, güncel deneyimler, geçmişin deneyimleri ile benzer özelliklere sahiptir. Önceki deneyimler, güncel olayın yarattığı deneyimler tarafından içerilirler. Teleskoplama kavramı, eski ve yeni deneyimlerin yarattığı duygulanımların birleşmesini anlatır. Zamansal olarak ‘yakın’ ve ‘uzak’ bir noktada iç içe geçerler. Bu iç içe geçme psikanaliste, üzerinde çalışabileceği, geçmişle bugünü birleştiren yekpare bir doku sunar. Psikanalist, geçmişteki deneyimlerin kendilerini öğrenmeden, güncel olanın onu davet ettiği kapıdan yekpare dokuya ulaşır. Kohut, klasik psikanalizin vazgeçilmez gördüğü ‘geçmişi açığa çıkarma’ olmadan, sadece bu yekpare doku üzerine çalışarak ta tedavinin başarılabileceğini iddia eder. Belki, onu psikanalizden uzaklaşmış bir psikoterapi kuramcısı olarak görme yönündeki eleştirilerin odaklandığı nokta da budur.
Model sahne, sadece teleskoplama kavramının bir versiyonu olarak görülemez. Teleskoplama, model sahneyi anlama yolunda önemli bir olgudur ancak tek başına yeterli değildir. Teleskoplamadaki ‘geçmiş’ ve ‘güncel’in bir araya gelişinde olduğu gibi, bir diğer birleşme, psikanalist ve analiz edilen kişinin model sahneleri belirginleştirme sürecindeki etkileşimsel ilişkileridir. Psikanalist ve analiz edilen kişinin psişik yaşantılarını düzenleyen kendi zihinsel ‘örgütlenme ilkeleri’, ortak bir çalışma ile bir ‘çeviri’ sağlarlar. Bu çeviri, analiz edilen kişinin dağınık ve anlaşılmaz duran deneyim kümelerinden anlaşılabilir bir öykü yaratır. Bu süreç çağın ruhuna uygun bir şekilde, ‘yorumsamacı’ (hermeneutic) bir doğadadır. Metin ve çevirmen arasındaki ilişki tek yönlü değildir. Çalışmanın iki öznesi (analist ve analiz edilen kişi) bir ‘özneler-arası hakikat’ yaratırlar. Seanslarda adım adım yaratılan ve kendi sembolleri, işaretleri, dili olan bu özneler-arası hakikat analiz edilenin öyküsünde ne zaman bir açmazla karşılaşılsa, yardımına başvurulacak bir maymuncuk gibidir. Analiz edilen kişi açıklanamayan bir deneyim veya bilgi getirdiği zaman, psikanalist model sahneye geri dönüp bakar, bu yeni deneyim model sahnenin içeriği tarafından açıklanabilmekte midir ? Bazı durumlarda, bu yeni deneyim, model sahnenin ilk haline, fazla bir revizyon gerektirmeden, eklenebilir. Bazı durumlarda ise, model sahnenin sofistikeleşmesi, evrimleşmesi, ya da toptan değiştirilmesi gerekebilir. Model sahne, perde anının aksine arkasında bir giz barındıran bir paravan değildir. Onun eksiklikleri, bir gizleme amacı taşımaktan ziyade, üzerinde yeterince çalışılmamasından, formüle edilememesinden kaynaklanan bağlantı boşluklarıdır.
Model sahne ‘açıklayıcılık’ gücü yüksek olan bir terapötik araçtır. Bu açıklayıcılık, analiz edilen kişi ve analist arasında bir ‘açıklayıcı bağlam’ (explanatory context) kurulmasını sağlar. Bu ‘açıklayıcı bağlam’, metaforlar, simgeler, imgeler, duyumlar, semptomlar içermektedir. Tüm bunlar bu bağlamda öykünün bütünlüğüne katkıda bulunur hale gelirler. Ortaya çıkan öykü, Kris’in (1956) ‘kişisel mit’, Arlow (1969) ve Greenacre’in (1971) ‘örgütleyici düşlem’ diye adlandırdıkları olgulara denk düşer. Bu tümevarımcı süreç, tek başına psikanalistin bilgisini kullanarak açıklamalar yapması ile değil, ‘bağlam’ kelimesinin ifade ettiği gibi, iki tarafın da (analist ve analiz edilen) katılımıyla, etkileşimsel olarak gerçekleşir. Analist ve analiz edilen kişi gerektiği zaman maymuncuğu beraberce kullanırlar.
Perde anı ve Model sahnenin karşılaştırılması
Perde anı psikanalizin ilk dönemine ait bir kavram olarak, ağırlıklı olarak pozitivist ve modern bir kavramdır. Oysa model sahne göreceli ve post-modern bir doğadadır. Perde anı için ‘tarihsel hakikat’, model sahne için ise, ‘söylemsel hakikat’ geçerlidir. Ancak, bu durum, model sahne ile çalışanların, hiçbir tarihsel nedenselliğe inanmadıkları anlamına gelmez. Yaşanmış deneyimler, tekrar değerlendirmeye alındıkları ilişkisel bağlamlarda anlam kazanacak ham maddelerdir. Perde anının arkasına geçildiği zaman, ulaşılacak olgu inşadır. Oysa, model sahne çalışması bir yeniden inşa süreci yaratır.
Perde anı kavramı ile çalışanlar, üstü unutma ile örtülmüş bir sırrı açığa çıkarmayı amaçlarlar. Terapötik amaç budur. Semptomu giderecek olan çare budur. Model sahne kavramı ile çalışanlar ise, terapötik amaç olarak, adlandırılmamışı adlandırmayı hedeflerler. Böylece düzensizlik düzene, belirsizlik belirliliğe kavuşmuş olacaktır. İyileşme böyle sağlanır. Düzensizliğin düzene, belirsizliğin belirliliğe kavuşma sürecini, Lichtenberg (2001), Pirandello’nun karakterlerinin yazarlarını aramasına (ve bulmasına) benzetir.
Perde anı kavramının gerisindeki psikanalist-analiz edilen kişi ilişkisi, klasik psikanalitik hiyerarşiyi yansıtır: Odada ‘inceleyen’ ve ‘incelenen’ vardır. İlişki kesinlikle asimetriktir. Oysa, model sahne kavramının gerisindeki psikanalist-analiz edilen kişi ilişkisi böyle bir güç dengesizliğini yansıtmaz. Bu kavramla çalışanlar için, analiz edilen sırrını (çatışmasını) saklayan ve bu yüzden direnç gösteren bir kişi değildir. Adlandırılmamış olanı, psikanalistiyle ortak çalışmasında beraberce adlandırmaya çalışandır. Bu modelde ilişki tam olarak asimetrik değil, ‘neredeyse’ simetriktir.
Son maddeden hareketle, ‘direnç’ üzerine düşünürsek, iki kavramın gerisindeki kuramsal farklılık biraz daha öne çıkar. Perde anı kavramı, kalın bir bilinç-bilinçdışı ayrımının ürünü olarak ortaya çıkar. Bu durum, semptom, rüya, dil sürçmesi, sakarlıklar, kazalar ve diğerleri için de böyledir. Perde anı ve semptom, rüya, eyleme dökme, vs., kalın hatlı bilinç-bilinçdışı ayrımının yarattığı çatışmanın (ve ironik olarak, çiftleşmenin) çocuklarıdırlar (ve melezdirler). Bu ürünlerin rahatsızlıkları, paradoksal olarak onların varoluşlarını borçlu oldukları çatışmadan kaynaklanır. Model sahne ise, bir az gelişmişliğin ürünü olan bir durumu yansıtır. Doğasında, karşıtlığın yarattığı rahatsızlıktan ziyade, yetersiz bakım vardır. Çatışma ve o çatışmanın bilinçdışına itilmesi yerine, yetersiz işlenmeden (üzerine yetersiz çalışılmasından) dolayı, tam anlamıyla bilinçlenilmemiş, hakimiyet kazanılamamış bir deneyim kümesi (sahne) görürüz. model sahne ile çalışma, bilinçdışı malzemenin bilinçli hale gelmesinden çok, işlenmemiş olanın bağlantılı, detaylandırılmış, sözelleştirilmiş ve dolayısıyla bilinçli olmasını anlatır. Belki klasik jargonla ifade etmek gerekirse, bilinçdışı olanın değil, ön-bilinçli olanın bilinçli hale getirilmesinden söz edebiliriz. Ve bu sebepten dolayı, model sahne olgusu ile çalışıldığı zaman klasik psikanalizde iddia edildiği kadar analiz-karşıtı bir direnç beklenmez. Analiz edilen kişi, psikanalistiyle kendi bulmacası üzerine çalışan bir çalışma partneri gibidir.
‘Ertelenmiş Hareket’
İki kavram (perde anı ve model sahne) arasındaki farkın, bugünün psikanalitik düşüncesinin ‘eski’ ve ‘yeni’ bölünmesini bir ölçüde yansıttığını düşünmekle birlikte, ‘eski’nin ve özellikle Sigmund Freud’un çağdaş psikanalitik kuramlar tarafından görüldüğü kadar, ‘eski’ olmadığına inanıyorum. ‘Yeni’nin kendi varoluşunu yaratırken, ‘eski’yi diğer kutba iterek, biraz daha ‘öteki’leştirdiğini düşünüyorum. Tabii ki, klasik kuramın nesnel, pozitivist, hiyerarşik olarak asimetrik ve abartılı Kartezyen yönleri olduğuna katılıyorum ancak psikanalizin içine doğduğu çağın özellikleri (mantıksal pozitivizm, mekanik bilimin kutsanması, aydınlanmacılık, vs.) düşünülürse, Freud’un yarattığı şekli ile, psikanalitik düşüncenin, bu katı yapıyı sarsarak bugünün çağdaş psikanalitik kuramlarının önerdiğine yakın bir radikallik taşıdığına inanıyorum .
Freud’un ‘zaman’ kavramlaştırmasında bilinçdışının zamansızlığının, ve düşlem (fantezi) olgusunun merkezi bir yeri vardır. Freud ‘hakikat’ kavramına bu iki kavramlaştırmanın perspektifinden bakar. Onun için hakikat, psişik gerçeklikte olandır. Bu düşlemlerin gerçekliğidir. Düşlemler bilinçdışıdırlar ve bu yüzden zamansızdırlar. Bilinçdışı düşlemler, güncel olaylarla günün kalıntıları aracılığı ile temaslar yaşayıp yeni versiyonlara uğrarlar. Bu versiyonlar, bilinçdışı bir potansiyelin gün ışığında tezahür etmeleridir. Yani, psişik gerçeklik yalnızca geçmişe dayalı bir olgu değildir. O ne geçmişe, ne güncele dayanır. O bilinçdışının zamansızlığından neşet eder. Belki bu yüzden, Freud’un metinlerinde ‘inşa’ ve ‘yeniden inşa’ kavramları değişimli olarak kullanılırlar (Greenacre, 1975). Bilinçdışı düşlemin zamansızlığı kavramını, onun ‘her zamanlılığı’ olarak ta anlayabiliriz. O güncel (ve zamana bağımlı) deneyimlerle her temasında, bu güncel deneyimleri de kendine katarak (ve melezleşerek), kendi ‘zamansızlığı’na (ya da ‘her zamanlılığına’) geri çekilir ve bir sonraki temas için bir ‘olasılık’ olarak bekler.
Freud’un çağdaş görüşlerdekine yakın bir zaman ve nedensellik bakışına sahip olduğunu gösteren çok özel bir kavramı vardır: ‘Ertelenmiş Hareket’ (Deferred Action) (Laplanche ve Pontalis, 1988). Freud ilk metinlerinden başlayarak, insanın, gelişimi boyunca geçmişin izlerini her yeni deneyimledikleri ile revizyona uğrattığını belirtmiştir. Bu izler, bazen bu yeniden ele alınmalarda, kökendeki hallerine göre, daha fazla öneme, güce, etkileyiciliğe sahip olurlar ve hatta bazen patolojik sonuçlar yaratırlar. Özellikle travma olgusu çoğunlukla bir ertelenmiş hareket olarak ortaya çıkar. Laplanche ve Pontalis’e göre, ertelenmiş hareketi sadece boşalım geciktirilmesi olarak göremeyiz. Ertelenmiş hareket, kompleks bir dizi psikolojik organizasyonu bünyesinde barındıran bir olgunlaşma sürecinin zamansal yayılımını temsil eder. Çocuk yaşadığı bazı deneyimleri, deneyimleme anında yeterli derecede işleyemez. Özellikle cinselliğin alanı bu zamansal kaymanın etkilerini barındırır. Çocuklukta yaşanmış bazı cinsel deneyimler, ileriki yıllardaki cinsel uyarımlarla birlikte travma yaşantılarına dönüşebilirler.
Özetle, şunu anlıyoruz. Bireyin bilinçdışı fantezilerinin güncel deneyimlerin izlenimleri ile her evlenmesi sonucunda, ortaya yeni bir kompozisyon çıkar. Bu kompozisyon bir geçmiş, bir şimdi ve bir gelecek içermektedir. Bu zamansal özelliği ile, kendi senaryosunu (trajedisini, akıbetini) da barındırır. Her nesne ile karşılaşma nasıl bir yeniden karşılaşma ise, her inşa da, bir yeniden inşadır.
Ertelenmiş hareket kavramı Freud’un çağdaş kuramlara ne kadar yakın düşündüğünü göstermesi açısından son derece dikkat çekicidir. Freud, güncel uyarılmanın yarattığı etki ile anıların oluşturulması (yeniden oluşturulması) kadar radikal bir görüşe yirminci yüzyılın başı kadar eski bir tarihte sahiptir. Peki uyarılmadan (ya da uyandırılmadan) neyi anlayabiliriz ?
Psikanalitik kuramın ve tekniğin özü, güncel uyarılma konusunda bir kavrama yoğunlaşır: Aktarım (veya aktarım nevrozu). Yani, ertelenmiş hareket olgusunun tanımında gerekli olan son damla (bardağı taşıran son damla) aktarımla oluşan uyarılmadır. Bilinçdışı düşlem, aktarım aracılığı ile güncel olanla temasa girer. Bu durum, psikanalistin, analiz edilenin iç dünyasını araştırırken, kendi yarattığı etkileri de hesaba katmasını kaçınılmaz kılar.
Freud’un ‘ertelenmiş hareket’ kavramını, post-modern bir psikanalitik çerçeve olarak yorumladığımız zaman, üzerinde tartıştığımız bağlamda çağdaş psikanalitik kuramlar ile klasik psikanaliz arasında bir fark kalmamış gibi görünebilir. Ertelenmiş hareket zincirinin son halkası hep aktarımsa ise, o zaman çağdaş psikanalitik kuramlar ile klasik psikanalizi birbirinden ayıracak ne kalmıştır ?
Şüphesiz fark veya farklar kalmıştır. Farkın açıklamasını yapacak anahtar kavram aktarım nevrozudur. Klasik kurama göre, aktarım nevrozunun gelişmesi ve tam olarak görünür hale gelmesi regresif bir süreçtir [7]. Böyle bir regresyonun oluşması zaman değişkeniyle bağlantılıdır; ayrıca, özel koşulları gerektirir. Bir çaydanlık suyun yanan bir ocağın üstünde kaynama noktasına yaklaşmasını bir analoji olarak kullanalım. Su dolu tencere ocağa konulduğu anda kaynamayacaktır. Belli bir sürenin geçmesi zorunludur. Tabi ocağın tanımının ana özelliği de ısıtıcı oluşudur. Analitik ortamın ısıtıcısı, analistin analitik konumu sağlayan özellikleridir: passiflik, anonimlik, tarafsızlık, doyurmama, vs. Bu özellikler aktarım nevrozunun oluşumuna katkı sağlarlar ve analiz odası yaşantısının tamamını ertelenmiş hareketin son halkası yaparlar. Böylece geçmiş ve şimdi’yi birbirine yapıştırıp, Perde anılar galerisinin yüzeysel görüntülerinden daha derine bir yolculuğu olası kılarlar.
Burada klasik psikanalizin çağdaş psikanalitik kuramlara getirdiği bir eleştiriyi hatırlamakta fayda vardır. Klasik analistlere göre, seans odasında etken ve etkileşimsel davranan analistler, pasiflik, anonimlik, tarafsızlık, doyurmama gibi teknik özellikleri yeterince uygulamadıkları için, yukarıda sözü edilen regresyonun oluşumuna zarar verip, aktarım nevrozunun tam olarak oluşumunu engellerler. Onlara göre, böyle bir durumda, psikanalitik süreç, yüzeysel bir seviyede takılı kalacaktır. Bunun sonucu olarak, analiz edilen kişinin açılımlarındaki duygulanımsal derinleşmeler sınırlı bir şekilde olacak ve analist bilişsel ağırlıklı aktarım-dışı yorumlar yapmaya mahkum olacaktır.
Bu eleştirinin konumuzla (Perde anı ve model sahne kavramlarının karşılaştırılması) ilgili anlamı nedir ? Bu eleştiriye göre, çağdaş psikanalitik kuramların etkileşimsel psikanalisti, bazı yeniden inşalara vaktinden önce ve değerinden fazla önem verip, analiz ettiği kişiye bu yeniden inşalara odaklanan bütünsel yorumlar sunup, regresif sürecin oluşumunu engellemektedir (Good, 1997). Bir başka deyişle, model sahne çalışması, erken bir açıklama ve yorumlama müdahalesi olup, analitik sürecin derinleşmesini bozmaktadır. Bu eleştiriye göre model sahne ulaşılacak hakikate doğrudan giden yol değil, olsa olsa yeni bir perdedir. Bu eleştiriye kulak verirsek, model sahneyi, onun doğasındaki eksikliğin bir işlenmemişlik değil, bir çarpıtma olduğunu atlayarak veya görmezden gelerek, olduğu gibi ele almak, direncin tuzağına düşmektir.
Bu eleştiriye bir Kendilik psikologu olan ve çağdaş psikanalitik kuramlar hareketinin lideri durumunda olan Fosshage (1992) ise “mesaj mesajdır” diyerek yanıt verir. Klasik psikanalizin sürekli olarak analiz ettiği kişinin söylediklerinin arkasını görmeye çalışarak onun gerçekçi gereksinimlerini ve anlaşılması gereken deneyimlerini görmezden geldiğini düşünür.
Psikanaliz: Dünden bugünlere, bugünden yarınlara
Yirminci yüzyıl, getirdiği pek çok yenilikle beraber, ruh sağlığı hizmetinin bu derece kurumsallaşmış bir sektör haline gelişine de damga vurdu. Bir yüzü üniversite, diğer yüzü hastane ve muayenehane olan bu sektör, bir taraftan bilim, diğer taraftan meslek (profession) olma çabası gösterdi ve bunda da önemli ölçüde başarılı oldu. Psikoterapi (ve içerdiği psikanaliz) bu yüz sene içinde ‘uygulamanın’ sınavından geçti. Bugün ruh sağlığı hizmetlerinde ‘psikofarmakoterapi’nin (ruhsal rahatsızlıkların ilaçla tedavisi) gitgide artan güç, etki ve yaygınlığı hesaba katıldığında, psikoterapi uygulamalarının yüzyılın ilk üç çeyreğindeki hızını, süksesini ve popülaritesini yitirdiği söylenebilir. Bu durum bir başarısızlık olarak algılanabilir; ancak, bu değişim bana ‘gerçekçiliğe ulaşma’ anlamında bir ‘olgunlaşma’ olarak görünmektedir. Özellikle, yüzyılın başındaki psikanaliz uygulamalarının ‘kolaycı’ ve ‘hayalci’ doğası, insan zihninin doğası hakkında ‘pozitivist bir romantizm’ yarattı. İndirgemeci bir insan anlayışının dar gömleğinin teğelleri, zaman ve kültürel çeşitlilik ile karşılaştığında patladı. Freud’un sağlığındaki inanılmaz dinamizm ve kuramsal değişim cesareti nedense, takipçilerinin önemli bir kısmında görülmedi. Onlar yenilik ve farklılaşmalardan ürktüler. Bir taraftan mazur görünebilecek bir ‘geleneği koruma’ gayreti gösterdiler.
Bugün dünyada, eğitim, örgütlenme, üniversitelerin nitelik ve niceliksel özellikleri, araştırma, harcamalar, yayın yapma gibi kriterler üzerinden bir değerlendirme yapmamız gerekirse, ruh sağlığı disiplinlerinin lokomotifi Amerika Birleşik Devletleri’dir. Bu durum, benzer kriterler ve kurumların içindeki üyelerin sayısal ve politik gücü de hesaba katıldığında, psikanaliz için de böyledir. Bugün, IPA’nın (International Psychoanalytic Association) üyelerinin çoğunluğu Amerikalıdır.
21. Yüzyıla girdiğimiz bugünlerde değişen ekonomik ve sosyal etkenlerin güdümünde, psikanaliz ve psikanalitik terapilerin Amerika Birleşik Devletleri’ndeki durumu büyük bir değişime doğru gitmektedir.Bu değişimin en önemli sebebi ABD’de ruh sağlığı hizmetlerindeki tasarruf uygulamaları ve sigorta şirketlerinin uzun süreli terapilere karşı olumsuz yaklaşımıdır. Psikanaliz veya uzun süreli psikoterapiye başvuranlar 15-20 seanstan sonraki analiz/terapi giderlerini kendi ceplerinden karşılamak zorunda kalmaktadırlar. Hastanelerde uzun süreli terapi uygulamaları yer ve zaman israfı olarak görülmekte ve beklemek zorunda kalan sıradaki kişilerin ‘eşit ilgi’ haklarına tecavüz edildiği düşünülmektedir. Bu yüzden hastaneler en kısa sürede taburcu etmeye yönelik tedavi uygulamalarını tercih etmeye başlamışlardır.
Özellikle ABD’ne baktığımızda, görünen odur ki, Psikanaliz camiasında azınlık sayılabilecek bir analist kitlesi tüm bu baskılara rağmen sadece ‘klasik psikanaliz’ uygulamasını sürdürebilmişlerdir. Psikanalizin klasik uygulamalarının ‘geleceği’, özel ofisler ve ‘analist adaylarının analizi’ ile sınırlı görünmektedir. Psikanalizin klasik uygulaması artık, ‘sokaktaki adam’ın ruh sağlığı talebine yönelik bir hizmet olmaktan ziyade, psikanalistlerin eğitim süreçlerinin vazgeçilmez parçası haline gelmiştir.
Gene ABD’ne baktığımızda, bugünkü uygulamaların geçmişten önemli bir farklılığı, psikanalitik terapinin, psikanaliz uygulamalarının doğasında varolan ‘uzlaşmazlık’tan uzaklaşıp, ruh sağlığı tedavi ekibinde yerini almasıdır. Psikanalitik terapistler tedavi planlamasını, ekip çalışmasını farmakoterapistler, rehabilitasyoncular, ölçme ve değerlendirmeciler, sosyal hizmet uzmanları, kişisel gelişim programcıları ile birlikte gerçekleştirirler [8]. Psikanalistler yardım edilecek kişiyi ‘psikanalitik okumanın ve formüle etmenin’ mecburi bir psikanaliz veya psikanalitik terapi uygulaması anlamına gelmediğini bilirler. Psikanalitik formülasyon, tedavi süreçlerinde büyük kolaylıklar sağlayan bir yardımcıdır. Psikanalitik formülasyon, yardım edilecek kişinin zaafları, kuvvetleri, olası terapi yaklaşımlarının uygunluğu ve olası sonuçları hakkında öngörülerde bulunur.
Psikanalizin ilgilendiği psikopatoloji yelpazesi genişlemiştir. Bu genişleme, analiz ve terapi yaklaşımlarında bir çeşitlenmeyi zorunlu kılmıştır. Ancak bu çeşitlenmenin tek nedeni, nevroz dışındaki patolojilerle de ilgilenmek değildir. Tedavi tekniklerindeki çeşitlenmenin temelinde birden fazla etken vardır. Özellikle yüzyılın ortasından itibaren, psikanalitik tedavi sonuçlarının yarattığı memnuniyetsizlik ve başarısızlıklar, çoğunluğu kökende analist olan pek çok kuramcı ve uygulamacıyı başka yaklaşımlar üretmeye itmiştir. Aile terapileri, bilişsel ve davranışçı yaklaşımlar, varoluşçu terapiler, geştalt yaklaşımı, grup terapileri, psikodrama, transaksiyonel analiz gibi sayısı yüzlerle ifade edilen yeni yaklaşım psikoterapi odalarında boy göstermeye başlamıştır.
Psikanaliz bu yeni yaklaşımlar ile rekabet etmek durumunda kalmıştır. Psikiyatri uzmanlık öğrencileri, klinik psikoloji ve diğer ruh sağlığı meslekleri adayları diğer yaklaşımlara da ilgi göstermeye, onların eğitimlerine katılmaya; onların enstitülerine eğitim almak için başvurmaya başlamışlardır. Psikanaliz artık sadece ‘onlardan biri’ haline gelmişti.
Bu durum ister istemez psikanalizin diğer yaklaşımlar ile bir etkileşime girmesine yol açmıştır. Psikanaliz diğer yaklaşımların bazı teknik ve kuramsal yönleri ile entegratif oluşumlara gitmiştir. Anne-bebek psikoterapisi, Nesne ilişkileri çift terapisi, analitik aile terapisi, analitik etkileşimsel grup terapisi, kısa dönem psikanalitik terapiler, kriz-yönelimli dinamik müdahaleler, bilişsel-analitik terapi gibi değişik oluşumlar ortaya çıkmıştır.
Tüm bu gelişmeler, bir ‘karanlık gelecek tablosu’ gibi yorumlanabilir. Ancak, ‘gerçekliğin bu zorlaması’nın psikanalizin kendi içinde sorgusuz ve denetsiz bir okültleşme ve ezoterikleşme çürümesine maruz kalmasından daha tercih edilir bir şey olduğuna inanıyorum. Her ne kadar şartlar ağırlaşmış olsa da, bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde, Fransa’da, Güney Amerika’da profesyonellerin hala yoğun uygulama, yayın ve araştırma yapıyor olmaları, psikanalizin zor şartlar altında hızlı bir evrimleşme gösterdiğini ispatlamaktadır. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse, uzun yıllar ‘araştırmasız terapi tekniği’ olarak anılan psikanaliz üzerine son yıllarda araştırma yapanların tüm dünyadaki sayısında bir artış olduğu dikkat çekmektedir. Bu araştırmalardaki metodolojiler, psikanalistlerin her zaman alerjik oldukları en basit ampirik dizaynlardan, gitgide komplikeleşen ve terapi sürecinin karmaşık doğasının hakkını veren girift düzeneklere kadar uzanmaktadır. Bu bağlamda pek çok araştırmacı için, ‘analizin araştırması olmaz…’ diye kestirip atmak yerine, ‘meydan okuyucu’ bir sorunun peşinden gitmek çekici hale gelmiştir: ‘Psikanaliz nasıl araştırılabilir ?’. Ayrıca son yıllarda gelişen ‘görüntüleme’ araçları sayesinde büyük bir ivme kazanan beyin araştırmaları, psikanalizin sonuçları ve etkilerini araştırmak için yeni ve heyecan verici yollar açmıştır. Nöro-bilim ve psikanaliz arasında kurulan köprüler, beden-zihin ikilemine yeni ışıklar tutacak gibi görünmektedir [9].
Özellikle son yıllarda başta Fransa (Fransa’da psikanalitik patlama atmışlı yıllarda başlamıştır) olmak üzere Avrupa’da ve Güney Amerika’nın Brezilya ve Arjantin gibi ülkelerinde dikkat çekici bir psikanalitik canlanma doğmuştur. Bu toplumların kültürel, ekonomik ve sosyal değişkenlerinin Amerikan toplumundan farklılıkları 21. Yüzyılda psikanalizin ana ikametgahını değiştirecek midir ? Özellikle Güney Amerika’nın yoğun psişik, sosyal ve ekonomik dinamikleri pek çok gelişime gebe gibi durmaktadır.
Kaynaklar:
Arlow, J. (1969). Fantasy, Memory and Reality Testing. Psychoanalytic Quarterly, 35: s.28-51.
Bollas, C. (1987). The Shadow of the Object. Columbia University Press: New York.
Fosshage, J. (1992). Self Psychology: The Self and its Vicissitudes within a Relational Matrix. Relational Perspectives in Psychoanalysis içinde, Skolnick, N. ve Warshaw, S. (Ed.). Hillsdale, NJ: The Analytic Pres, s.21-42.
Frank, A. (1969). The Unrememberable and the Unforgettable. Psychoanalytic Study of Child, 24: s.48-77.
Freud, S. (1899). Screen Memories. Standard Edition, (3), s. 301-322.
Freud, S. (1914). Remembering, repeating and working-through. Standard Edition, (12), s.145-156.
Freud, S. (1917). Mourning and Melancholia. Standard Edition, (14), s.243- 258.
Freud, S. (1917). Difficulty in the Path of Psychoanalysis. Standard Edition (17), s.137-144.
Freud, S. (1937). Constructions in Analysis. Standard Edition: (23), s. 255-269.
Good, M. I. (1997). Screen Reconstructions: Traumatic Memory, Conviction, and the Problem of Verification. Journal of American Psychoanalytic Association, 46/1, s.149-183.
Greenacre, P. (1949). A Contribution to the Study of Screen Memories. Trauma, Growth and Personality içinde. New York: International Universities Pres, 1952, s.188-203.
Greenacre, P. (1971). Emotional Growth, Vol. 2. New York: IUP.
Greenacre, P. (1975). On Reconstruction. Journal of American Psychoanalytical Association, 23: s.693-712.
Greenberg, J. R., Mitchell, S. A. (1983). Object Relations in Psychoanalytic Theory. Cambridge: Harvard University Press.
Kernberg, O. (1997). The Nature of Interpretation: Intersubjectivity and the Third Position”. The Annual of Psychoanalysis, 25: s.97-110.
Kohut, H. (1971). The Analysis of the Self. New York: International Universities Press.
Kohut, H. (1977). The restoration of The Self. New York: International Universities Press.
Kris, E. (1956). The Recovery of Childhood Memories in Psychoanalysis. Selected Papers of Ernst Chris içinde. New Haven: Yale University Press, 1975, s.301-340.
Laplanche, J. ; Pontalis, J. B. (1988). The Language of Psychoanalysis. London: Karnac.
Lichtenberg, J. (2001). Güdülenme Sistemleri ve Kendilik Psikolojisi. Anadolu Psikanalitik Psikoterapiler Grubu Etkinliği-Seminer Notları.
Lichtenberg, J. D., Lachmann, F. M. & Fosshage, J. L. (1992). Self and Motivational Systems. Toward a Theory of Psychoanalytic Technique. London: The Analytic Pres.
Mahon, E. ; Mahon, D. B. (1983). The Fate of Screen Memories in Psychoanalysis. The Psychoanalytic Study of Child, 38: s.459-479.
Money-Kyrle, R. (1971). The Aim of Psychoanalysis. International Journal of Psychoanalysis, 52: s.103-106.
Nathanson, D.L. (1992). Shame and Pride. Affect, sex, and The Birth of the Self. New York & London: W. W. Norton Company.
Noy, P. (1977). Metapsychology as a Multimodel System. International Review of Psychoanalysis, (4), s.1-12.
Pine, F. (1990). Drive, Ego, Object and Self. New York: Basic Books.
Siegel, A. M. (1996). Heinz Kohut and the Psychology of the Self. London & New York: Routledge.
Spence, D. P. (1986). When Interpretation Masquerades as Explanation. Journal of American Psychoanalytic Association, 34: s.3-22.
Waelder, R. (1936). The principle of multiple function: Observations on overdetermination. Psychoanalytic Quarterly, 5, 45-62.
[1] Bilim ve Felsefe Açısından Ruhsallık Bilgileri (Ed. Afşar Timuçin, Cemal Dindar ve Yavuz Erten) içinde, s.146-182, Bulut Yayınevi, 2006.
[2] Ego Freud’un yapısal modelindeki psişik araçlardan birine verilen isimdir. Bu araç özneliğin merkezi konumundadır ve kişiliğin yönetim merkezidir. Kişinin “ben” dediği zaman ifade ettiği özneliğinin odağıdır.
[3] Metinde sık sık karşılaşılacak olan ‘nesne’ kavramı psikanaliz için günlük kullanımdan ayrı bir anlama sahiptir. ‘Nesne’ ile kastedilen bebeğin içgüdülerinin doyum hedefi olan bünyedir. Bu öncelikle annenin memesi, yüzü, sesi ve giderek –gelişimle- annenin bütünüdür. ‘Nesne’ psikanalitik olarak ‘özne’nin bir kutup olduğu doğrunun diğer kutbudur. Bu şekilde, öznenin yaşamında dürtüsel ve duygusal yatırım yaptığı ‘öteki’ler için kullanılır.
[4] Birincil süreç psişenin bilinçdışı katmanının işleyişine verilen isimdir. Mantık-dışı, arkaik ve çocuksu zihinselliği yansıtır. İkincil süreç ise, bilinçli, yetişkin, mantıklı işleyişe sahiptir.
[5] Her ne kadar Pine ‘psikoloji’ terimini kullansa da, psikanaliz için analiz ettiği malzemenin esası onun ‘psişik’ olmasıdır. Epistemolojik açıdan önem taşıyan bu ayrım (psikoloji-psişe ayrımı) şöyle bir noktaya işaret eder: Psikoloji daha çok bilinçle ayırd edilebilecek süreçlere verilen addır. Oysa ‘psişe’ bilinçle birlikte, ön-bilinci, bilinçdışını ve bu üç katmanın kendi aralarındaki karmaşık dinamiği içerir.
[6] Oidipus karmaşası çocuğun psikoseksüel gelişimi sırasında, 3-6 yaşları arasında yaşadığı çatışmalı bir dönemdir. Çocuk karşı cins ebeveyne erotik arzu duyar ve hemcins ebeveynle vahşi bir rekabete girer. Bu dönemde ensest arzusunun karşısına dikilen yasak ve yasa ile karşılaşır. Bunun sonucunda gelişen ‘arzu-yasak’ karşıtlığı sert bir şekilde yaşanmış ve yoğun çatışmalara sebebiyet vermişse, sonraki yıllarda nevrotik rahatsızlıktan muzdarip olur.
[7] Regresyon psikanalizde analiz edilenin gelişimsel, zamansal ve zihindeki katmanlarla ilgili olarak gerilemesine verilen isimdir. Analiz edilen olgunluk ve gelişmişlik seviyesinin altında tepkiler vermeye, erken gelişim dönemlerine uygun davranmaya başlar. Böyle bir süreç analizin amaçları açısından gereklidir çünkü bilinçdışında tutulan çatışma ve takılmalara doğrudan ulaşılabilmesini sağlar. Başarılı bir analiz süreci kişiyi tekrar olgunluk seviyesine döndürme olanaklarına sahiptir.
[8] Buna en güzel örnek Otto Kernberg’ün Cornell Tıp Okulu’nda kurduğu ekiptir.
[9] Nobel ödüllü Kandel’in nöro-bilim ve psikanaliz arasında bağlantılar kuran araştırmaları dikkate değerdir.