Üzerindeki Örtüsü Olarak Şeyin Kendisi
Yavuz Erten
Elda Abrevaya’ya
Mürekkep Balığı
Divandaki analizan, ilişkilerindeki tartışmalar ve çekişmelere dair bir şeyler anlatırken, analist bu anlatılanlarda onun yansıtmalarını yorumlamaya başladı. Analizan kısa bir sessizlikten sonra öfkeli bir çıkış yaptı. Analistini, tartıştığı kişiler gibi olmakla, hatta onlarla birlikte kendisine karşı olmakla suçladı. Analist ona söyledikleri üzerine düşünmediğini, içeriğini derinlemesine anlamak için zaman ve alan bırakmadığını ve hemen karşı çıktığını söylemeye çalışırken analizan “görüyor musunuz bana onlar gibi saldırıyorsunuz” dedi. Analist şöyle yanıt verdi: “Ben size mürekkep balıklığı yaptığınızı söylüyorum. Siz ‘hadi oradan…ne alakası var’ deyip mürekkep püskürtüyorsunuz”
Görünen ve Görünmeyen
Bu yazıda, “görünenin arkasındaki görünmeyen”i görmeyi ve göstermeyi amaçlayan psikanalizin, görünmeyeni böyle “görünmez” kılanı araştırırken keşfettiği bir olgu üzerine odaklanılacaktır. Freud psikanalizin kuruluş yıllarında “görünen-görünmeyen” ilişkisini araştırırken hem bilinçdışının tanımını yapmaya çalışıyordu hem de psişik olguların bilinçdışı hale getirilişinin düzeneklerini açıklamaya gayret ediyordu.
Psikanalizin kuruluşunda büyük öneme sahip hipnoz tekniği, şiddetli etkilere sahip deneyimlerin anısının bilinçten uzak tutulduğunu gözler önüne sermişti. O günkü anlayışa göre, hipnoz bu anıyı bilince kazandırınca nevrozun belirtileri azalıyor veya ortadan kalkıyordu. Psikanalizin temel kavramlarının tanımlandığı bu yıllarda Freud önemli bir keşfe imza attı. Bastırılmış olanı hipnoz dışında başka bir olgu daha açığa vuruyordu. Hastanın hatırlamadığı ve dolayısıyla doktoruna anlatamadığı deneyimleri, sözel anlatımında değil ama davranışlarında, eylemlerinde kendini gösteriyordu. Bu haliyle bu eylemler sırrın üzerindeki örtüyü kaldırıp kendini ifşa ediyordu. Ancak öte yandan bu eylemler hasta açısından görünmezi görmeyi zorlaştıran hatta imkânsızlaştıran yapıdaydı. Bir başka deyişle, bu olgular -yazının başlığında belirtildiği gibi- kendi oluşlarıyla kendilerini örtüyorlardı. Örnek olarak, o günlerde kavramlaştırıldığı haliyle kurgularsak, histerisinin kökeninde bir cinsel taciz travması olan bir hasta, geçirdiği atak sırasında yere yığılır, bayılır; baygınlığı sırasında yaptığı hareketler ve çıkardığı seslerle cinsel bir eylemi canlandırmaktadır. Duruma dışarıdan bakan ve bu ruhsal düzenek hakkında bilgisi olan doktor durumu anlar ancak bu eylem hasta için travmasının kökenindeki olguyu görmesini imkânsızlaştırmaktadır. Psikanalizin erken döneminin diliyle ifade edersek, enerji yatırımının motor boşalım kanalına yapılması zihinsel kavrayışı bloke etmekte, kişiyi kendi ruhsallığına kör kılmaktadır.
Eylemin bu körleştirici etkisini, gözün kendini görememesine benzetebiliriz. Eyleme dışarıdan bakabilme yetisi ve mesafesi kaybolmakta, adeta kişinin kendisi eylemleşmektedir. Bu yazıda, Freud tarafından “eyleme dökme” (agieren) olarak adlandırılan bu olgunun psikanalitik kavramlaştırmalarda nasıl kuramsal ve teknik açılımlara sahip olduğu ele alınacak, daha sonra kuşaklar-arası geçiş özelliği üzerinde durulacaktır.
Agieren
“Eyleme dökme” kavramı psikanalizde birden fazla anlamda kullanıldığı için bir belirsizlik içerir. 1968’de kavramla ilgili Kopenhag’da yapılan sempozyumun sonuç bildirgesinde “eyleme dökme”nin değişik tanımlarını savunanlar arasında bir uzlaşma olamadığı belirtilmiştir. (Boesky, 1982, s.39). Freud’un “agieren” kavramı İngilizce psikanaliz literatüründe acting-out (eyleme dökme) olarak çevrilmiştir. Bu kavram Fransız psikanalizinde “passage a l’acte” (eyleme geçme) olarak yer alır ancak bu çeviri eleştirilir. Bu eleştiriye göre, “passage a l’acte” daha çok kriminal bir vurguya sahip olup kontrol edilmesi zor dürtüsel davranışı anlatır (Mijolla-Mellor, 2005, s.11)
Agieren’de çatışmalı ruhsal içeriği sözelleştirmek yerine eylemle ifade etmek vardır. Freud’un konuyla ilgili temel anlayışını ortaya koyduğu makale‘‘Remembering, Repeating, and Working-Through’’dur (1914). Freud hatırlama ve eylem arasındaki farka değinir ve hastanın bastırıp unuttuğunu hatırlamadığını ancak eyleme döktüğünü söyler (s.150). Freud bu metinde, analizde ortaya çıkan haliyle eyleme dökmenin analizan için nasıl riskler taşıdığını da ele alır ve analisti analizanın yaşamını ciddi şekilde etkileyebilecek bu tehlikelere karşı uyanık olmaya çağırır. Analist ne yapıp ne edip analizanın çatışmalarını “psişik alan”da tutmanın yollarını bulmalıdır. Freud bu makalede teknikle ilgili olarak önemli bir not düşer. Bu not, “eyleme dökme”nin iletişimsel ve derinlemesine çalışma-sal (working through) özellikleri açısından anlamlıdır: Evet, “eyleme dökmeler” analizin ve hastanın güvenliği açısından ihmal edilmemelidir. Ancak analist bunları çok erken de engellememelidir çünkü eylemle anlatılmakta olanı yarıda kesme riski vardır. Bundan analitik çalışma zarar görür.
Makaleye editör notu yazan Strachey’e göre bu makalenin önemi, eyleme dökme ile birlikte, “tekrarlama zorlantısı” (repetition compulsion) ve “derinlemesine çalışma” (working through) kavramlarının ilk defa ortaya çıkmalarındandır. Kogan (2007), Freud’un “eyleme dökme”yi hatırlamaya karşı direnç olarak gören tanımlamasının yanında daha örtük kalan başka bir yaklaşımını da gözler önüne serer. Ona göre “tekrarlama zorlantısı” (repetition compulsion) bir hatırlama şeklidir. Zaten metin içinde Freud da bir nüansı koruyarak eyleme dökmenin çoğu zaman bir direnç ancak bazı anlarda da “bir tür hatırlama” (a particular ‘‘way of remembering’’ ) olduğunu söyler (Freud, 1914, s. 150). “Hatırlama” ve” “eylemde bulunma”yı birbirinin karşıtı ve alternatifi olarak gören yaklaşım sonraki yıllardaki klinik deneyimler tarafından her zaman doğrulanmamıştır. Hatırlama ve eyleme dökme bazı klinik anlarda bir arada bulunmaz ancak bazı diğer klinik durumlarda birlikte var olabilirler. (Boesky, 1982, s.41)
Freud’un eyleme dökme ile ilgili bu ikili tutumun her biri değişik analistler tarafından tek tanımlama olarak benimsenmişlerdir. Buna göre bazı analistler için “eyleme dökme” bir dirençtir, diğerleri için eyleme dökme derinlemesine çalışma için elzemdir. Örneğin, tüm aktarım bir eyleme dökmedir (Boesky, 1982; Kogan, 2007).
Acting out – Acting In
Freud’dan sonraki yıllarda kavramın kullanımında bir çeşitlenme olarak “acting out” ve “acting in” ayrımının çıktığını görürüz. Acting in ilk olarak 1957’de Zeligs tarafından kullanılmıştır (Akhtar, 2013, s. 59). Bu kavramlardan ilki, psikanaliz odasındaki aktarım ilişkisinden bağımsız eyleme dökmeyi, ikincisi psikanaliz odasındaki aktarım ilişkisi bağlantılı eyleme dökmeyi ifade etmek amacıyla üretilmişlerdir. [1] Greenacre (1950) ve Fenichel (1954) “analiz içinde eyleme dökme” (acting in) ve “analiz dışında eyleme dökme” (acting out) ayrımı yapmışlardır. Zamanla ikincisinin tanım alanında bir genişleme olmuş ve “görünüşte eylem olmayan” olgular bile bu tanıma dahil edilmeye başlamışlardır. Eylem kavramı daha önceleri motor özelliklere sahip ve dramatik şekiller alan olgular için kullanılırken (analizanın konuşmanın yerini alan veya ona eşlik eden bedensel hareketleri ve çerçeveyi bozmaya yönelik edimleri, örneğin hastanın seansı erken terk etmesi, divandan kalkması, odada dolaşması, yanında yazılı şeyler getirip okumaya başlaması, analiste fiziksel saldırıda bulunması, vs) sonraki yıllarda, görünüşte bu kadar dramatik olmayan hatta açıkça görünür olmayan, net bir şekilde algılanmayan olgular da analiz içinde eyleme dökme tanımını almaya başladılar. Örneğin analizanın sessizliği…
Acting in’e yönelik ilgi eyleme dökme ile aktarımın birbirleriyle olan ilişkisinden kaynaklanır. Acting in tipindeki eyleme dökmeler analizanın malzemesinin yeterince analiz edilmemesi veya analizanın yapılan yorumları yeterince sindirememesiyle bağlantılı görülmüşlerdir.
Boesky (1982) acting in ve acting out ayrımını metapsikolojik ve fiziksel değişkenleri birbirine karıştıran yanlış bir ayrım olarak eleştirse de, “gerçekliği değerlendirme” zayıflıkları olan hastaların, yaşamları boyunca ego-sentonik, kompleks tekrarlayıcı davranışlar gösterdiklerini belirtir. Bunlar acting out olarak adlandırılırlar. Greenacre (1950) de benzer şekilde, söz öncesi dönemde ağır travmaya maruz kalmış hastalarda eyleme dökmeye genel bir eğilim görür (Greenacre bunları acting in değil acting out olarak tanımlar) (s.457). Fenichel (1954) acting out ve aktarım arasındaki farklara odaklanır ve şöyle bir ayrım yapar: İkisi de tekrardır ancak aktarımda belirli bir kişiye karşı takınılan tutum varken acting out’ta kim olduğu belirleyici olmadan –herkese karşı- girişilebilen eylemler bulunur (s.296-297). Kogan’a (2007) göre Acting out hastanın acı veren duygulardan kaçınmak için, hatırlamak yerine eyleme geçmesidir. Acting in ise hastanın aktarımda eyleme geçmesidir (s.91).
Özet olarak söylemek gerekirse, Acting in analitik ortamda ortaya çıkan ve analitik sürece katkıda bulunan bir düzenek olarak görülürken, acting out analitik ortam dışında (burada analizin fiziksel ortamının ve/veya aktarımsal (psişik) alanın dışı kastedilmektedir) gerçekleşen ve asli amacı acı verici duygulardan kaçınmak olan bir düzenek olarak tanımlanmaktadır.
Acting in ve acting out kavramlarının tanımları ve ayrımlarıyla ilgili tartışmalar belli bir süredir zayıflamış görünmektedir. Son otuz senede psikanaliz sahnesinde yerini alan “canlandırma” (enactment) kavramı konuyla ilgili yeni boyutlar ortaya çıkarmıştır. Bu kavramın ortaya çıkışı psikanalitik düşüncedeki gelişme ve değişmelere dayalıdır. Psikanaliz son yarım yüzyılda gitgide “iki-kişilik bir ruhsallık” çerçevesinde tanımlanan karmaşık ruhsal ve ilişkisel süreçlerin bilimi olmaya başlamıştır. İlk defa Joseph Sandler tarafından acting in’e alternatif olarak düşünülen kavram daha sonra Jacobs (1986) ve McLaughlin (1991) tarafından bugünkü anlamına yakın kullanılmışlardır. “Canlandırma” kavramı acting in’e tercih edilir olmuştur çünkü acting in kavramının acting out kavramına kelimesel benzerliği ve dolayısıyla “hatırlamaya direnç” çağrışımı vardır. Üstüne üstlük değişen psikanalitik iklim oda içinde analist ve hastası arasında daha etkileşime dayalı, aktarım ve karşıaktarım süreçlerinin karmaşık içi içeliğinin hakkını veren, iki yönlü bir kavramı elzem kılmıştır.
Gerçekleştirme (Actualization)
Eyleme dökmenin işlev ve anlamlarını araştırdığımızda iki ana grupta tanımlama buluruz:
1-Ruhsallıktaki duygulanım yüklerini ve dürtüsel devinimleri zihinselleştirmeyip motor boşalıma tabi tutmak; 2- Bastırma veya diğer savunmasal düzeneklerle bilinçten uzak tutulanı canlandırarak hatırlama/hatırlatma. Psikanalizin son birkaç on yılı eyleme dökmenin ikinci grup anlamı üzerinde yoğunlaşma içermektedir. Bu anlamı bugünlerde en iyi ifade eden kavram canlandırma’dır. Canlandırma’nın kavramsal olarak gelişimi kökensel olarak klasik tanımlarda var olan “gerçekleştirme”den (actualization) gelir.
Boesky (1982 ) eylem kavramının, motor boşalım yönünden ziyade gerçekleştirme yönünü ele alır ve onu bilinçdışı aktarım düşlemlerinin analiz odasında vücut bulması olarak tanımlar. Yazara göre, psikanaliz eyleme dökme olmadan “gerçekleşemez.” Aynen aktarım olmadan gerçekleşemeyeceği gibi… Eyleme dökme aktarımın psişik gerçekliğini ifade eden araçtır. Analitik süreçte hastanın iç dünyası düşünce veya anı olarak değil eylem olarak yeniden gerçekleştirilmekte/üretilmektedir (s.42-43).
Laplanche ve Pontalis (1973) Freud’un 1914’teki tanımlamasına dönerek, bu tanımlamada Freud’un motor boşalım ve gerçekleştirme arasındaki ayrımı belirgin şekilde yapamadığını iddia ederler (s. 51). Sandler (1976) konuya değinerek, analizanın belli bir rol ilişkisini analitik ortamda empoze ederek –ve analistin ilişkisel olarak “kaçınılmaz bir yanıtlayıcılıkla” bu empoze edilen role girmesiyle- arzu doyumu sağlama girişiminde bulunduğunu belirtir. Sandler’e göre bu rol ilişkisini oluşturma girişimi sırasında “analitik olarak pek de yabancımız olmayan tek eylem” vardır: Konuşmak (!) (s.45). Belki burada belirleyici olan, analistin de katıldığı “gerçekleştirme”de hastanın sözel üretiminin çağrışımdan karşılıklı konuşmaya geçmesidir (shift from reporting to conversing) (Boesky, 1982, s.42).
Eyleme dökme olumsuz bir nitelikle anılan bir kavram olsa da, o analitik çalışma için vazgeçilmez bir öneme sahiptir çünkü iletişimsel açıdan bir işlevi vardır. İç dünyayla analiz odası arasında iletişim kurar. Aynı zamanda eyleme dökmelerin tekrarlayıcı özellikleri, hastanın iç dünyasının malzemesini derinlemesine çalışma imkanı verir. Bu işlevin psikanalitik değerlendirmelerde ön plana çıkmasıyla, literatürün eyleme dökme kavramına ilgisinde, motor boşalım olgusunun yerini derinlemesine çalışma almaya başlar. Eyleme dökme, eğer aktarım analitik şekilde yorumlanma sürecine girmemişse derinlemesine çalışmasız gerçekleşir (örneğin, dış dünyada, yer değiştirmiş aktarımsal bir ilişkinin yaşattıklarında). Fakat derinlemesine çalışma asla eyleme dökme olmayan bir klinik ortamda yapılamaz çünkü aslında aktarım toptan bir eyleme dökmedir.
Eyleme dökmelerle rüya arasında yakınlıklar vardır. “Günün kalıntıları” (day residues) rüya için nasıl bir işleve sahipse, “aktarımsal kalıntılar” (transferential residues) da “eyleme dökmeler” için benzer işlevlere bürünürler. Eyleme dökmelerin de “örtük içerikleri” (latent content) ve “açık içerikleri” (manifest content) bulunur. Hastaların eyleme dökmelerini “ussallaştırma”ları (rationalization)” rüya çalışması”nda (dream work) yer alan ikincil revizyona benzetilebilir. Eyleme dökmenin temelindeki gerçekleştirme, rüya düzeneklerindeki gibi arzuyu doyurmaya yönelik olarak görülebilir. Gerçekleştirme bilinçdışındaki arzuyu gerçek yaşamda doyurmaya çalışır (Boesky, 1982, s. 43).
Enactment (Canlandırma)
Akhtar (2009) kökenini gerçekleştirme olgusundan alan çağdaş psikanalitik kavram canlandırma’yı beş şekilde tanımlar (s.513-514):
1- Analizanın aktarım düşlemlerini odada hareketle ifade etmesi. Bu hali ile acting in kavramından farkı yoktur.
2- Analizanın “yansıtmalı özdeşleşme” ve analistin “rol yanıtlayıcılığı” ile ortaya çıkan, analistin odada analizanın aktarım düşlemine uygun davranış göstermesi (Sandler,1976).
3- Odada analist ve analizan tarafından gerçekleştirilen bilinçdışı, gömük, ince düzeyde beliren ve etkileşimler yaratan drama serisi (Levine ve Friedman, 2000; Smeke Cassorla, 2005). Bu tanımlama “öznellikler-arasılık” kuramcılarının analisti odada ortaya çıkan yaşantıların “ortak-yaratıcısı” olarak görmelerine denk düşmektedir.
4- Analistin karşıaktarımsal arzusunu odada eyleme dökmesi. Bu sebeple kavram “karşıaktarım canlandırması” şeklinde iki kelimelik kullanım halindedir (Jacobs, 1986).
5- “Yorumlayıcı Canlandırma” (Interpretative Enactment) (Steiner, 2006). Bu tanıma göre her yorumlama etkinliği karşıaktarımsal duygu ve tutumları aktarır.
Reverans
Baskıcı ve iğdiş edici özelliklere sahip bir anne ve bu anne karşısında ezilen ve oğluyla yakın bir ilişkiden kaçınan, içine kapanık, garip bir adam olarak tanımlanan baba tarafından büyütülen Bay R. terapiye hep erken gelip bekleme odasında oturmaktadır. Seans başlangıçlarında bir ritüel haline gelen şekilde terapist bekleme odasına giderek onu terapi odasına davet etmekte, odaya giden antredeki iki kapıyı, Bay R. geçtikten sonra sırasıyla kapatmakta ve sonrasında onun karşısındaki koltuğa oturmaktadır. Söz konusu seansın olduğu gün, terapist yine Bay R.yi bekleme odasında bulmuş ve onu terapi odasına davet etmiştir. Ancak bu sefer terapisti şaşırtan bir farklılık olmuş, Bay R. ilk kapının önünde aniden durup abartılı bir reveransla terapiste yol vermiştir. Bu durum karşısında kısa süreli bir tedirginlik yaşayan terapist, kendini Bay R.den önce kapıdan geçerken bulmuştur. Bay R. terapistin arkasından kapıyı kapamış ve ikinci kapının başında gene abartılı şekilde terapisti odaya buyur etmiştir. Terapist bu sefer de önden geçmiştir. Bu arada göz ucuyla arkasından kapıyı kapatan Bay R.ye baktığı zaman onun yüzünde alaycı bir gülümseme olduğunu ve eliyle de günlük beden dilinde “yürü bakalım” anlamına gelen bir hareket yaptığını fark etmiştir.
Takip eden dakikalarda terapist olup bitenin anlamı üzerine düşünürken kendini hastanın anlattıklarına veremediğini görür. Birkaç dakika sonra Bay R. “terapistin bu seansta içine kapalı ve garip bir görüntü içinde olduğunu” söyler. Terapistin bu hali ve Bay R.nin bu duruma tepkileri seans boyunca devam eder.
Daha sonraki seansların başlangıcındaki terapi odasına gidiş sekansları Bay R.nin terapiste kapılardan geçişte yol vermesi ve terapistin tereddütlü ve zorlanan bir şekilde onun önden geçmesini istemesine sahne olur. Zaman zaman ikisi kapının önünde hareketsiz kalmaktadırlar. Bir seferinde aynı anda kapıdan geçerken çarpışacak gibi olmuşlardır.
Bu sürecin ilerleyen seanslarından birinde Bay R. çocukluk yıllarında babasını idealize edememesinin sıkıntılarını ve bunun onda yarattığı eksiklik duygusunu anlatırken, “benim önüme düşecek, bana yolu açacak ve kendime rehber kılacağım bir baba isterdim” der. Bununla birlikte, aynı seansta babasıyla ilgili onu en çok yaralayan anılardan birisi olarak, oturdukları mahallede kendi yaşında çocukların, başı önüne eğik ve mırıldanarak yürüyen babasını, arkasına sıralanıp yürüyerek taklit ettikleri günü anlatır. O gün çocuklardan birisi babanın ceketine kâğıttan bir kuyruk iğnelemiş ve bu kuyruğun ucunu yakmıştır.
Bay R.ile seans girişinde deneyimlenen canlandırma, onun babasına yönelik ikircikli duygularını terapist için görünür hale getirmiştir. Bunlar, saygı duymak istediği, kendisine önder kılmak istediği bir babaya yönelik duygulardır ancak öte yandan böyle bir babaya sahip olmaktan kaygılanmakta, onunla ne yapacağını bilmemekte ve hatta annesi ile özdeşleşerek bu babayı kastre etmenin yollarını aramaktadır. Başka bir açıdan, abartılı reveranslar duyduğu yoğun ihtiyaçtan utanç duyarak bu duygusunu komik bir şeye dönüştürmeye çalışması, böyle bir gereksiniminin olduğunu inkar çabalarıdır.
Canlandırmalar yoğunlaşması (condensation) çok yüksek sahnelerdir. Bay R.ile terapistin birlikte rol aldıkları bu canlandırmayla ilgili önceki paragrafta yapılan yoruma başka boyutlar da eklenebilir. Rüyalarda olduğu gibi, üzerine düşündükçe ve aktarımsal boyutta derinlemesine çalıştıkça, bu canlandırma yeni yeni bileşenlere bölünebilir.
Canlandırmanın Sıradanlığı
Jacobs analitik ortamda en olağan ve sorunsuz görünen, olması gerektiği gibi olduğu düşünülen durumların nasıl eyleme dökmeler barındırabileceğini ve bunların aktarım-karşıaktarım ortaklıklarında –canlandırmalar olarak- gerçekleşebileceğini anlatmaktadır (Jacobs, 1986).
Yazara göre, karşıaktarımsal olgular analitik ortamın kuvvetli belirleyicileri olarak hep vardırlar. Aktarımlarla iç içe örüntüler oluştururlar. Kaba ve görünür olma ihtimalleri yanında, çok “ince”(subtle) şekilde var olabilirler. Analitik tekniğin gereği veya doğal/olağan/alışılmış şekli olarak değerlendirilebilecek detaylarda “örtük” kalabilirler. Aktarımın da karşıaktarımın da açık (kaba motor eylemler düzeyde olan) ifadelerinin yanında ses tonu, konuşmanın ritmi, sentaks, sessizlik gibi örtük ortaya çıkışları da vardır. Canlandırmalarda hareketler kadar hareketsizlik, konuşma kadar sessizlik de eylemsel özelliklerine sahiptir (s.292). Jacobs olumlu aktarımın yorumlanmamasına dair eski psikanalitik anlayışa da değinip, bu teknik yaklaşımın, olumlu aktarım görüntüsü arkasındaki bazı önemli eylemsel ortaklıkların gözden kaçmasına sebep olabileceğine değinir (s.293).
Sandler’in (1976) analistin “askıda duran dikkat”inin (free-floating attention) “askıda duran yanıtlatıcılığa” (free-floating responsiveness) dönüşümünü anlattığı klinik olgular canlandırmaların sıradanlığı açısından değerlendirilmelidir. Sandler’e göre analizan analiste belli bir nesne ilişkisini empoze eder. Analistin buna “yanıtlayıcılık” (responsiveness) içinde olması iki tarafın belli bir eyleme dökmede buluşmalarıyla sonuçlanır (s.45). Analiste düşen bu tür bir eylemsel ortaklığı fark etmesi ve üzerine düşünmesidir. Canlandırmanın kapsamı içinde kalarak, onun repliklerini, tekrarlarla yeniden oluşturma noktasından ileriye gitmeyen yorumlama analitik anlama ve açıklama işlevini yitirmiştir.
Jacobs’a göre “doğru yorum”un tanımı tek düzeyli değerlendirmelerle anlaşılamaz. Bazen bir düzeyde, örneğin bilişsel ve entelektüel düzeyde doğru olan bir yorum “metakomünikatif” bir boyutta, duygular üzerinde -bilişsel düzeyde öngörülmemiş- etkilere sahip olabilir. Yorumun karşı taraf tarafından nasıl duyulduğunu ve analist-analizan ilişkisinde nasıl dinamiklere dönüştüğünü değerlendirerek yorumun niteliği ve değerine karar verilebilir [2]. Yorumu değerlendirirken onun analizin “süreç özelliği”ne bir katkısı olup olmadığına dikkat edilmelidir. Yorum süreçte bir ilerleme ve açılma sağlamakta mıdır yoksa sahnelenen bir canlandırmanın tekrarlayan, takılan ve tıkayan özelliklerine mi bürünmektedir? (s.305).
İronik Gülüş
Bayan P.ye yorum yapan terapist bu yorumların içeriğinden ve zamanlamasından memnun olmasına karşın bir şeylerin eksikliğini hisseder olmuştu. Görünürde her şey güzel gitmekteydi. Bayan P. olumlu bir çalışma ittifakı içerisindeydi. Onunla yapılan seanslarda terapist kendini zeki ve işlevsel bulmaktaydı. Özellikle yaptığı yorumlar ona bunu düşündürtmekteydi. Ancak bu düşüncelerle uyum içinde olmayan duyguları da günden güne belirginleşmekteydi Terapist, hissettiği ve adını koyamadığı bu şeyi anlamaya çalışmakta ancak mesafe kaydedememekteydi.
Bir gün Bayan P.nin seansından sonra verdiği arada meslektaşıyla konuşurken, geçmişte okuduğu lisenin müdürünün yaptığı bir şeyden bahsetti. Lise müdürü boş geçen saatlerde gürültü yapan sınıfa bir hışımla girer; kızgın bir yüzle öğrencilere bakar ve şöyle dermiş: “Şimdi oraya gelip, ağzınızı, burnunuzu dağıtır, sizi eşek sudan gelinceye kadar döverim…falan…filan…” Müdür sondaki” falan, filan”da hafifçe gözünü kırparmış. Meslektaşıyla birlikte bu anıya güldükten sonra, terapist bunu neden hatırladığını ve anlattığını merak etti. Bu anının, özellikle son günlerde kafasına takılan Bayan P.nin terapisindeki memnuniyetsizliğiyle ilgisi neydi?
Sonraki seansta yaptığı bir yorumun son kelimelerinde bir şey fark etti. Yorum gene zekice ve çok şeyi açıklayan bir türdendi. Bayan P., yorum tamamlanınca yüzündeki memnuniyet ifadesiyle beraber hafifçe, belli belirsiz gülümsemişti. Bu belli belirsiz gülümseme aynı anda, aynı şekilde terapistin yüzünde de belirmişti. Terapist bu saniyelik karşılıklı gülümsemelerin, terapinin başından itibaren her yorum yapıldığında ortaya çıkmış olduğunu hatırladı. Terapist daha önceleri yorumun libidinal doyumu olarak okuduğu ve karşılıklı olarak bir hoşlanma şeklinde anlamlandırdığı bu gülümsemelerin ironik bir tarafı olduğunu fark etti. Terapist ve Bayan P. bütün bu yorumu ve yorumu taşıyan seansı, o karşılıklı gülümsemeyle bir “terapi parodisi”ne çeviriyor gibiydiler.
Terapist bu farkına varışla çalışmaya başladığında ve durumun üzerine odaklanınca, Bayan P. şöyle dedi: “Tabii ki işte bilinçdışı, rüyalar, babaya, anneye duyulanlar, ne kadar esrarengiz ve hoş, sanki bir psikolojik film seyreder gibi. Ama benim durumum farklı…” Bayan P. terapi ortamından, ofisteki sessizlikten, terapistinin ciddi ciddi onu dinlemesinden, odadaki divandan ne kadar hoşlandığını yine aynı şekilsel açıklamayla, adeta bunların bir seyircisi olarak, anlattı. Terapistin “kırk dereden su getirerek” her şeyi onun iç dünyasındaki bir yerlere bağlamasına bir sanat eseri gibi bakıyordu ancak bunların onun dertleriyle pek bir alakası yoktu.
Terapist bir taraftan dinlediklerini ilk defa duyuyor gibiydi ama diğer taraftan, terapinin en başından beri yorumunun son saniyelerinde yüzünde beliren gülümsemede, yorumlarıyla ilgili ironiyi Bayan P. ile ortak yaşadığını fark etti.
İlerleyen süreçte Bayan P. etraftan nasıl göründükleriyle aşırı derecede meşgul olan anne, babasının, şekille ilgilenip içeriğe hiç önem vermediklerini anlattı. Evde baş başa kaldıklarında başka, diğer insanların yanındayken başkaydılar. Diğer insanların karşısına, çok mutlu, her şeyleri yolunda bir aile olarak çıkıyorlardı. Hiç olmamış olaylar birlikte anlatılıyor, ya da olmuş olanlar abartılarak aktarılıyordu. Bu “suç ortaklığı” sırasında diğer insanların onlardan ne kadar da etkilendiklerini düşünüp birbirlerine göz ucuyla bakıyorlar ve gülümsüyorlardı. Bayan P. süreç içinde bu gülümsemede acı bir ironinin var olduğunu kavradı. Tüm bu görüntü bir dekordu ve dekorun arkası boştu. Bayan P. anne ve babasının kendisinden neler beklediğini biliyor; o beklentilere göre konuşuyor, öyle davranıyordu. Anne ve babasının kendilerini iyi bir anne ve baba hissetmeleri için onlara “paslar atıyordu.” Terapist de bu paslardan epey almış ve zekice yorum golleri atmıştı.
Canlandırmanın Betonlaşmış Hali Olarak “Bastion” (Kale)
Baranger, Baranger ve Mom’a (1983) göre, analitik süreci yavaşlatan ve/veya felce uğratan “hareketsizleşen yapılar” “kale”dir (bastion). Kale’ye katılaşmış, donmuş ve üzerine çalışma imkânları zorlaşmış bir canlandırma diyebiliriz. Bu şekilde “analitik alan” bir “patolojik alan”a dönüşür. Kale’nin kırılması ve sürece içgörü kazandırılması bu patolojik alanı bir “ikinci bakış”la (second look) ele almayı gerektirir. “Kale” analitik çalışmanın iki tarafının (analist ve analizan) birbirine mesafesiz kalarak yapıştığı bir sembiyotik oluşuma benzetilebilir. Bu sembiyotik yapışma iki kişilik (hatta neredeyse bir buçuk kişilik) bir dünya olup “üçüncü alan”ı öldürür (Aaron, 2003). Kale’nin her yıkılışı bir sembiyoz dışına çıkıştır.
Yazarlara göre, analitik tedavinin arka planı her zaman analist ve analizan arasında örtük veya aşikar bir anlaşma zemininde gerçekleşir: Birincil olarak bu anlaşma işlevsel bir niteliğe sahiptir (temel asimetri). İkincil olarak yapısal bir nitelik bulunmaktadır. Bunun en temel özellikleri “temel kural” (fundamental rule) olan serbest çağrışım ve analistin “bildiği varsayılan özne” (sujet supposé de savoir– Lacan) oluşudur. Bunlar aktarımın oluşumuna imkan verir (s.1).
Yazarlar sürecin işlevsel yapılarının yanında zaman içinde “öngörülmeyen bazı yapılar” (contingent structures) geliştiğini ve bu yapıların süreçte zorluklar yarattığını iddia ederler. Bu tür süreç zorluklarını inceleyen yazarlar asimetrinin çoğunlukla kaybolduğunu ve analistle analizan arasında daha simetrik oluşumların ortaya çıktığını gözlemlerler. Bu durumlarda analist ve analizan arasında analitik sürece karşı oluşan bilinçdışı bir ortaklık (complicity) vardır. Böyle durumların içine girdiğini fark eden analist ne olup bittiğini anlamak için “askıda duran dikkat” durumunu terk edip süreç-karşıtı deneyime “ikinci kez bakma” pozisyonuna geçmelidir. Süreci yavaşlatan ve/veya felce uğratan “hareketsizleşen yapılar” (immobilized structure) “kale”dir. Bu şekilde “analitik alan” bir “patolojik alan”a dönüşür. Yansıtmalı özdeşleşmelerle harekete geçen aktarımlar analitik alanın patolojik bir alan haline gelmesine birinci dereceden katkıda bulunurlar. Bu tür aktarımlar kesinlikle yorumlanmalıdırlar (s.2).
İçgörünün analitik süreçte ortaya çıkışı iki şekilde görülür. İlki “tek-kişilik” (uni-personal) bir süreçtir. Bastırılan düşlem analistin anonim ve nötr haline yansıtılmıştır. Analist bunu yorumlayıp içgörü kazandırır. İkinci şekil bir kale’dir. Bu kale’nin kırılması ve sürece içgörü kazandırılması iki kişinin ruhsallıklarını da ikinci bakış’la ele almayı gerektirir. Yorumun gerisindeki analitik çalışma iki-kişilik’tir. Ancak yorumlama hale asimetriktir. Kale bir sembiyotik oluşuma benzetilebilir. Kale’nin her yıkılışı (rupture) bir “sembiyozdan kurtulma”dır (de-symbiotization). Kale’nin aşırı formu “parazitlik”tir (parasitism). Bu tür durumlarda analizan analisti seansların ötesine taşan bir şekilde işgal etmiştir. Bunları iki öznelliğin de içinde yer aldığı mikro-psikozlara benzetebiliriz. Her analitik çalışma bu derece ağır durumlara girmez ancak hepsi kaleler üretir (Freud’un tanımladığı haliyle, “aktarım nevrozu” da bir kale’dir). Sürecin en önemli parçası tabii ki içgörüsel uyanışlardır ancak “içgörü görünümünde dirençler” de mevcuttur. Bunlar gerçek değil “sahte içgörü”lerdir (pseudo-insight). Gerçek içerik her zaman zamansallıkta geleceğe dair farklı bir perspektif açar ve nevrozun –kadere benzer- döngüsel zamansallığını kırar. Kalelerin ortaya çıkışı ve sonrasında yıkılmaları sürecin varlığına dair bir göstergedir. Ortaya hiçbir kalenin çıkmadığı bir süreçte “neyin yanlış gittiği” sorgulanmalıdır. Kale’ler “tekrarlama zorlantılı”dırlar (repetition compulsion). Bu sebeple ölüm içgüdüsünden beslenirler. Onlar zamansal olarak aynılık’ta kalmak isterler. Analitik süreç tekrarlama zorlantısı’nı kırdıkça mücadeleyi yaşam içgüdüsü ve libido kazanır. Bu sebeple analiz zevkli ve meraklı bir süreç (libidinal bir süreç) haline gelir (s. 9-11).
Kurtarıcı
Bay C. alkol kötüye kullanımıyla kendini kaybettiği gecelerde ne yaptığını hatırlamamakta ve sonraki günlerde çevresinin anlattıklarıyla utanç yaşamaktadır. Bu gecelerde yaptıkları onun mesleki itibarına ve sosyal çevresiyle ilişkilerine aşırı boyutlarda zarar verici karakterdedir. Gitgide şiddetini arttıran bu eyleme dökmeler karşısında tedirgin ve çaresiz hisseden terapist hem Bay C. için hem de kendi mesleki itibarı için endişelenmektedir. Bay C.nin yakın çevresi terapinin etkisini sorgulamakta, hatta “sen terapiye başladıktan sonra daha da kötüleştin” demektedirler.
Bay C. seanslarda terapistin kendisine bir şey söylemesini, bir şeyler yapmasını ve bir an önce bu durumdan çıkarmasını istemekte, ancak terapötik bir çalışmanın gerektirdiklerini yapmamaktadır (örneğin temel kural olan serbest çağrışıma karşı çıkmakta, “siz sorun ben söyleyeyim”, “bugün siz konuşun ben dinleyeyim” demektedir) . Bay C. ısrarla “artık bir şey yapın…hala bir şey yapmayacak mısınız?” diye söylenir. Krizli gecelerden birinde Bay C. çeşitli yollardan terapistin ev numarası bulup geç bir saatte aramış ve onun hemen olay yerine gelmesini istemiştir. Terapistin istediğini yapmayacağını anlaması üzerine bağırıp çağırmaya başlamıştır. Terapist tüm bu olanları terapinin çerçevesi ve kendi mahremiyetine yönelik bir taciz gibi deneyimlemektedir.
Bay C. bir gün seansa gözleri kanlanmış olarak gelir. Oldukça gergin bir ifadeyle bir gün önce yaşadığı “korkunç olay”ı anlatır. Davet ettiği arkadaşlarıyla üye olduğu havuza gitmiştir. Bir süre güneşlendikten sonra havuza girmiş ve yüzmeye başlamıştır. Davet ettiği arkadaşlarından birini kendisiyle birlikte yüzmeye çağırmıştır. Diğer arkadaşlarıyla havuzun hemen kenarında şezlongda oturan bu arkadaş istemeye istemeye yerinden kalkmış ve havuzun merdivenlerinden kendini bırakmıştır. Sonradan anlaşılır ki, bu kişi yüzme bilmemekte ve havuzda boy var zannetmektedir. Kısa bir çırpınmadan sonra Bay C.ye tutunmuş ve ikisi birlikte batıp çıkmaya başlamışlardır. Kendilerinden birkaç metre ötede olan grup şakalaştıklarını zannedip durumu kahkahalarla izlemektedirler. Bay C. onların yüzlerini kısa bir süre için görmekte ancak seslenemeden kendini tekrar suyun içinde bulmaktadır. İçinden “lütfen birisi anlasın ve bir şey yapsın” diye umutsuzca yalvarmakta ancak sesi çıkmamaktadır. Artık tamamen nefessiz kaldığı ve gözleri yuvalarından dışarı fırlıyormuş gibi hissettiği anda otelin cankurtaranı tarafından kurtarılmışlardır.
Bay C. bu olayı tüm seans boyunca yoğun duygularla anlatır. Sesi bazen öfkeli, bazen inilti şeklinde, bazen yalvarıp ağlar şekilde ve hep yüksek volümdedir. Kanlı gözlerini terapistten ayırmaz: “Bir şey yapın…Artık bir şey yapın” diye yalvarır. Terapist ortamın duygusal şiddetinden çok etkilenmiştir. Kendini havuzun kenarında Bay C.yi izliyor gibi hisseder. Bu hissediş “hayal etme”nin ötesindedir. Olay bütün canlılığıyla önündedir. Havuza atlayıp atlamamakta kararsızdır. Atladığı takdirde Bay C.nin ve onu boğan “öteki”nin kendisine de sarılacaklarından ve onlarla boğulacağından korkar. Bay C. “bir şey yapmayacak mısınız” diye bağırdıkça oturduğu koltukta titremekte ve gözlerini Bay C.nin gözlerinden kaçırmaktadır. O sırada Bay C.nin ağlamasını duyar, koltuğundan aşağıya kaydığını görür ve kendisine uzattığı ellerini görür. Ona yardım etme dürtüsüyle bu durumun içerdiği riskler ve kaygı arasında tereddütler içerisindedir. Sonrasında kendini koltuğundan düşmekte olan Bay C.yi tutarken bulur.
Bay C.yi koltuk altlarından tutup koltuğuna oturturken, onun kendisine sıkıca sarıldığını hisseder; hafifçe kendini geri çeker ancak Bay C.den kurtulamaz. İkinci ve daha sert bir çabayla kendini geri çeker. Bay C. oturduğu koltukta adeta uykudan uyanmış bir yüz ifadesiyle ona dikkatlice bakar: “Neden böyle yaptınız? Neden beni kucakladınız?”
Sonraki seanslarda Bay C. terapistin kendisine dokunmasından çok rahatsız olduğunu söyler. Bu “dokunulmaktan rahatsız olma” olgusu çağrışımlarla, çocukluk yıllarında onlarda kalan, babanın akrabası genç bir erkeğin onu taciz etme anılarına kadar gider. Terapist kendi yaptığının bir taciz olayına çağrışım yapmasından rahatsızlık duyar. Hastasını taciz eden bir terapist gibi görülme onu çok kaygılandırır.
Terapist bu eyleme dökme ve canlandırmaların kendisini soktuğu rol yanıtlayıcılığının farkına varır. Bay C.nin dissosiyatif düzenekleri ve dissosiye kendilik parçalarıyla kurduğu ilişkisinde –kendisi de “havuz sahnesinin anlatımında” dissosiye olarak- “tacizci”, “tacize uğrayan”, “hiçbir şey yapmayan, öylesine seyreden tanık”, “kurtarmaya giderken kendisi telef olabilecek kurtarıcı” rollerine girmiştir. Taciz sahnesi içerdiği tüm bu rol dağılımlarıyla bu terapi ilişkisi için bir kale’ye dönüşmüş durumdadır. En somut ve en grotesk hali ile havuz sahnesinin seanstaki yeniden sahnelenmesinde ifade bulan bu kale, terapinin diğer anları ve sahnelerinde de çeşitli yoğunluklarda canlandırılmaktadır.
Kuşaklar Arasında Aktarılan Canlandırma
Ilany Kogan (2002 ve 2007), kuşaklar-arasında iletilen yas-tutamama olgusunun nasıl yas yerine ikameler oluşturduğunu ele alır. Kogan’a göre, bu olgu sonraki kuşaklarda “canlandırma”lar (enactment) yaratır. Bergman (1982) bu olguya “somutlaştırma” (concretization) adını vermişti. (Kogan, 2007,s. 89). Kogan travma ve eyleme dökme arasındaki bağlantılara odaklanır. Kogan travma bağlantılı canlandırmayı hem acı duygulardan ve hatırlamaktan kaçınmak için (Kogan bunu acting out özelliği olarak görür) hem de içsel bir deneyimi terapiste aktarmak (Kogan bunu acting in özelliği olarak görür) işlevlerini barındıran bir olgu olarak tanımlar. Travma bağlantılı canlandırma sonraki kuşakların, önceki kuşaklarda yaşanan travmaları çoğu zaman kendi yaşamlarında bilinçdışı bir şekilde sahneye koymaları şeklini alabilir. (Kogan, s.91)
Kogan’a göre tutulamayan yas süreçlerinde manik savunmalara rastlanır. Manik savunmalar idealizasyon, inkar ve tümgüçlülük’ten oluşur. Kaybedilenler idealize edilir ve bilinçdışı düşlemlerde yaşatılır. Bilinçdışı düşlemler kendilerini canlandırmalarla ortaya koyar. Kaybedilenlerin öldüğü inkâr edilir. Geçmiş ve güncel zamanlar birbirine yapışır. Böylece zamanın geçişinin gerçekliği inkâr edilir. Kogan’a göre, canlandırma gerçekleştirme’nin (actualization) bir alt-kategorisidir. Buna göre, kişi, öteki’nden düşlemini doyurmasını sözel olarak istemez, öyle bir davranır ki diğer kişi o isteği doyuracak şekilde etkileşime girmek zorunda kalır. (Kogan,2007, s.93)
Kogan canlandırmaları tekrar etme itkisinde “ilkel bir özdeşleşme”nin (primitive identification) var olduğunu düşünür. Kaybedilenle özdeşleşilir. Freud’un (1917) dile getirdiği geride kalanın kaybettiği kişiden ayrılmamakiçin bizzat o nesne haline dönüşmesi olgusu da bu durumu işaret eder. Böyle durumlarda travma mağdurlarının çocuklarının benliklerinde ayrışma eksiklikleri görünür (Kogan, 2007, s.94) .
Hem bu tür özdeşleşmeler hem de travmatik olayın inkar edilmesi ve/veya bastırılması sonraki kuşakların ruhsal dünyalarında “psişik bir delik” (psychic hole) yaratır. Kogan bu deliği, astrofiziğin alanından bir metafor kullanarak “kara deliğe” benzetir [3]. Kogan psişik deliği, çocukların ruhsallıklarında önceki kuşakların travmasını taşıyan bir “kapsüllenme” (encapsulation) olarak tanımlar (Kogan, 2002, s.256-257).
Kaybolan Rüya Kitabı
Elli yaşlarında olan Bayan D. terapistin tatilleri konusunda çok hassas ve tedirgindi. Tatillerden ve aralardan önce, terapistin nereye gideceği, seyahat ediyorsa hangi aracı kullanacağıyla ilgili, gittiği yerin tehlikeli bir yer olup olmadığıyla ilgili tedirgin düşüncelere kapılıyor ve zorluk çekerek de olsa, terapiste bunlarla ilgili sorular soruyordu. Terapist bu tür sorulara yanıt vermediği zaman rahatsızlığı artıyordu. Terapötik süreç ilerledikçe bu konuda sıkıntı ve gerginlik yoğunlaştı. Terapistin bağlantı bulma ve yorum yapma gayretleri de boşa çıkıyordu. Terapist seans yapılmayacak tarihleri önceden söylemesine rağmen, verilecek araya az zaman kala Bayan D. bu konuda hiçbir şey bilmediğini terapistin kendisine bilgi vermediğini söylüyordu.
Bir tatil arasından sonra yapılan ilk seansa oldukça öfkeli gelen Bayan D. terapistin olmadığı haftanın ilk seansına geldiğini ve terapisti bulamayınca büyük kaygı ve öfkeye kapıldığını anlattı. Terapistin sekreterinden o hafta seans yapılmayacağını öğrenince öfkesi daha da artmıştı. Tatil tarihlerinin kendisine söylenmediğinden tamamen emindi. Bu durum karşısında terapist de tarihleri sahiden söylemiş olup olmadığıyla ilgili şüphelere kapılmıştı. Ayrıca terapist yapılmış olan bazı seans tarihi değişikliklerini defterine kaydetmemiş olduğunu fark etmişti ve bunun sonucunda oluşabilecek aksaklıklar son anlarda giderilmişti.
Bayan D.nin seanslarından birinde terapistin gözü Bayan D.nin başının arkasındaki duvardaki kitaplığa takıldı. Her zaman orada duran bir kitabın orada olmadığını fark eden terapist o noktadan itibaren bir türlü Bayan D.yi dikkatlice dinleyemedi. Kitabı kime verdiği kafasına takılmıştı. Kitaplarını alıp getirmeyenlere kızgınlık duyuyordu. Kitabı internetten ısmarlamayı planlamaya başladı. Seansın sonuna doğru Bayan D.nin sesini duydu: “Beni dinlemiyorsunuz. Zaten üç seans önce seansın sonunda anlattığım bir rüya için de ‘seansımız bitiyor, bu rüyayı konuşamıyoruz ancak önümüzdeki seans konuşmalıyız’ demiştiniz ve sonra unuttunuz. Hiçbir şeyi bu rüyayla bağlantılı düşünmediniz. Rüyayla ilgili bir şey sormadınız.”
Terapist hastasının değindiği bu rüyayı hatırlayamadı. Dönüp baktığı notlarında da bu rüyayı yazmamıştı. Daha sonra seansta kafasına takılan kitabın rüyalar üzerine bir kitap olduğunu fark edip olup bitene hayret etti.
Bir sonraki seansta terapist Bayan D.den rüyasını bir kez daha anlatmasını istedi. Rüyada bir garda unutulan bir tahta bavul vardı. Tahta kapakları kırılmış ve iplerle bağlanmış bir bavuldu bu. İçinden kâğıtlar ve kumaş parçaları sarkıyordu. Kâğıtlar paramparça olmuş, kumaşlar paçavraya dönmüşlerdi. Rüyanın çağrışımlarında Bayan D. anneannesinin evinde oturma odasındaki dolabın altında duran bir tahta bavuldan bahsetti. Sonra anneannesinin evini anlattı. O evle ilgili en önemli anısı anne ve babasının çıktıkları seyahatlere giderken onu oraya bırakmalarıydı. En erken yaşlardan itibaren tekrar eden bu bırakmalarda, anne ve baba kendisine herhangi bir açıklama yapmaz ve anneanne onu oyalarken evden kaçarlarmış. Anne ve babasının ortadan kaybolduklarını fark eden çocuk saatlerce ağlar daha sonra bitkin bir şekilde uykuya dalarmış. Bu anıların içinde bir başkasında, anne ve babası seyahatteyken anneannesinin salonunda oynayan Bayan D. sık sık oturma odasına koşarak gidip duvarda asılı olan anne ve babasının resimlerine bakıyordu. Bu çağrışımından sonra, “herhalde onları unutmamak için yapıyordum” dedi. Terapist “siz onları unutmamak için resme bakıyordunuz çünkü onların sizi akıllarında tuttuklarından emin olamıyordunuz” diye yorumladı.
Takip eden seanslarda Bayan D.nin depressif şikâyetleri ortaya çıktı. “Yas tutar gibiyim. Kimi kaybettim ? Neyi kaybettim?” diye sorup duruyordu. Seanslar boyu tekrar eden sorulardı bunlar: “Kimi kaybettim? Neyi kaybettim?” Sonra bu sorular ağzından bir farklılıkla çıktı: “Kim kayboldu? Ne kayboldu?” Bu farklılık kendisine işaret edilince anlamadı. Farklılığın ne olduğu söylenince önemsemedi. “Aynı sorular işte” dedi.
Bir gün seansa geldiğinde çok heyecanlıydı. Annesiyle konuşurken o güne kadar varlığını bilmediği bir büyük teyzenin dramatik hikâyesini öğrendiğini söyledi. Bu büyük teyze, anneannenin ailesi Balkanlardaki memleketlerinden İstanbul’a göç ederken kaybolmuştu. Aile malını mülkünü yok pahasına alelacele satmış, bir anlamda her şeylerini kaybetmişti. Eşyalar denklenmiş, kalmaya karar veren ya da daha sonra gelecek olanlarla vedalaşılmış ve karı koca altı çocukları ve ailenin emektarı olan yaşlıca bir kadın uzun, tehlikelerle dolu bir yolculuğa çıkmıştı. Bu yolculuk sırasında defalarca aktarmalar yapılmış, değişik araçlara binilmiş, hesapta olmayan aksamalarla boğuşulmuştu. Bu aktarmalardan birinde, topraklarını işgal eden ordunun askerleri araçları durdurmuş ve hiçbir açıklama ve ricayı dinlemeden grup halinde seyahat eden insanları birbirinden ayırarak bir kısmının geçmesine izin vermiş, diğerlerinin bir sonraki araçla geleceklerini söylemişlerdi. Böyle bir durumla karşılaşan insanların paniklediği, sağa sola koşturdukları ve sonrasında dipçiklenerek araçlara doldurulduğu bir sırada anneanneden iki yaş küçük olan kız kardeş ve yaşlı bakıcı kadın ailenin geri kalanından ayrı düşmüşlerdi. Bu dramatik ayrılıktan sonra, aile üyeleri yaşamlarının sonuna kadar bakıcı kadını ve ayrıldıkları sırada sekiz yaşında olan bu kardeşi bir daha görmemişlerdi. Anneanne bu hikâyeyi anneye birkaç defa anlatmıştı ancak bu konuda soru sorulmasından ve uluorta konuşulmasından hoşlanmazdı. Anneannesi bu hikâyenin torununa anlatılmasını istememiş ve kızına “sen dinlediğinde çok üzüldün, çok ağladın, kızına anlatma” demişti.
Bayan D. annesinden, isminin kaybolan teyzenin göbek adı olduğunu öğrenmişti. Kaybolan kız kardeşinin ismini Bayan D.ye vermek, annenin söylediğine göre anneannenin kararı değildi. Bayan D.nin annesi de böyle bir kararı kendisinin belli bir amaç ve seçim olarak vermediğini düşünüyordu çünkü kayıp teyzenin “bu ismini” o da bilmiyordu. “Bu ad bana esrarengiz bir şekilde koyulmuş anlayacağınız. Annemin dediğine göre bana isim koyulduktan birkaç ay sonra anneannem benim adımla kaybolan teyzemin göbek adının aynı olduğunu söylemiş”
Toplumsal Canlandırma
Bu yazıda “eyleme dökme”, “canlandırma”,”kale”, bunların “örtülükleri” bireysel psikolojinin derinliklerinin olguları olarak ele alındılar. Ancak tüm yazılanlar, bu olguların var oluşlarının hep “ilişkisel bağlamları” kullanıp iki-kişilik sahnelere dönüştüğünü de gösterdi. Bu açıdan, bu olguların grupsal, toplumsal karakterlere bürünmesinin kaçınılmaz olduğunu söylemek gerek. “İki-kişilik” oluveren artık “toplumsal”a dönüşme yolundadır. Kaldı ki bu tür aktarımsal bağlantılar iki yönlüdür. Sadece “mikrodan makroya” (bireyselden toplumsala) değil, “makrodan mikroya” (toplumsaldan bireysele) geçişler de vardır.
Bu bağlamda toplumsal arenada “sahneye konanlar”ın, “canlandırılanlar”ın “eyleme dökme”ci karakterlerinin neler olduğunu düşünmemiz gerekir. “Sahneye konanlar”ın oyuncularına “aşırı özdeşleşme” baskıları yaratarak ve onları canlandırmanın bir parçası kılarak, “görünmez kıldıkları”, “örttükleri” şeyler nelerdir?
Toplumsal yaşantımızın her katmanında (kadın-erkek ilişkileri, ebeveyn-çocuk ilişkileri, doğayla ve hayvanlarla ilişkiler, trafik, spor, siyaset arenasında yaşananlar) sürekli tekrar eden ve artık şiddet sarmalı haline gelmiş sahnelerde, bir türlü hatırlanamayan, kavranamayan, zihinsel, sembolik hale getirilemeyen (hatırlamak, kavramak, üzerine düşünmek istenmeyen) nelerdir?
Toplumsal olarak, balık hafızalı oluşun, dürtüsel oluşun, öfkesi burnunda oluşun, çabuk gaza gelişin, her şeyi abartılarla algılamanın sebepleri bir türlü “kabul edememe”, “özür dileyememe”, “yas tutamama”, “ayrılamama”, “kaybedememe” midir ? Manik savunmalar olan “tüm güçlülük”, “idealizasyon/devalüasyon” ve “inkar” tekrar tekrar aynı sahneleri yaratıp zamanı öldürüyor olabilir mi? Zamanın donması durumunda “ikinci defa bakma”, “üstüne düşünme” ve “derinlemesine çalışma” var olmayacaktır. Hep aynı an, aynı sahne, körleştirici bir şekilde, kendi kendini örten bir şal olacaktır.
Kaynakça
Akhtar, S. (2009). Comprehensive Dictionary of Psychoanalysis, Karnac.
Akhtar, S. (2013). Psychoanalytic Listening.Methods, Limits, and Innovations. Karnac.
Aaron, L. (2003).the Paradoxical Place of Enactment in Psychoanalysis: Introduction, Psychoanalytic Dialogues, 13:623-631.
Baranger, M., Baranger, W. Ve Mom, J. M. (1983). Process and Non-Process in Analytic
Work, International Journal of Psychoanalysis, 64, 1-15.
Boesky, D. (1982). Acting Out: A Reconsideration of the Concept. International Journal of Psychoanalysis, 63:39-55.
Faimberg, H. (1997). Misunderstanding and Psychic Truths, International Journal of Psychoanalysis, 78: 439-451.
Fenichel, O. (1954). Neurotic Acting Out. The Collected Papers of Otto Fenichel, Norton, s.296-304.
Freud, S. (1914). Remembering, Repeating and Working Through (Further Recommendations of the Technique of Psychoanalysis II, SE:12, s. 145-156.
Freud, S. (1917). Mourning and Melancholia, SE:14, s.237-258.
Greenacre, P. (1950). General Problems of Acting Out, Psychoanalytic Quarterly, 19:455-467.
Jacobs, T. J. (1986). On Countertransference Enactments, Journal of American Psychoanalytic Association, 34:289-307.
Kogan, I. (2002). “Enactment” in the Lives of Holocaust’s Survivors Offsprings, Psychoanalytic Quarterly, 71: 251-272.
Kogan, I. (2007). The Struggle Against Mourning, Jason Aronson.
Laplanche, J. ve Pontalis, J. B. (1973). The Language of Psychoanalysis, Karnac.
Levine, H. B. ve Friedman M. D. (2000). Intersubjectivity and Interaction in the Analytic Relationship: A Mainstream View, Psychoanalytic Quartely, 69:63-92.
McLaughlin, J. (1991). Clinical and Theoretical Aspects of Enactments, Journal of American Psychoanalytic Association, 39:595-614.
Mijolla-Mellor, S. D. (2005). Acting Out/Acting In, International Dictionary of Psychoanalysis, Derleyen Allain De Mijolla içinde, s.10-11, Thomson-Gale.
Sandler, J. (1976). Countertransference and Role Responsiveness, International Journal of Psychoanalysis, 3:43-47.
Smeke Cassorla, R. M. (2006). From Bastion to Enactment: The ‘Non-Dream’ in the Theatre of Analysis, International Journal of Psychoanalysis, 86: 699-719.
Steiner, J. (2006). Interpretative Enactments and the Analytic Setting, International Journal of Psychoanalysis, 87-315-320.
[1] Bu tanımlama bazen fiziksel konumla ilgili bir ayrım olarak da kullanılmaktadır: Analiz odasının içinde veya analiz odasının dışında eyleme dökme olarak.
[2] Analizanın yorumu nasıl dinlediğini ve duyduğunu dinleyebilmek analizanın nesne ilişkilerini anlamak açısından çok önemli bir araçtır. Yorumun analizanın iç dünyası tarafından belli bir şekle sokulması (yanlış anlaşılması, ekler, çıkarmalar yapılması, çarpıtılması), analizanın bu yoruma sözlerle ve/veya eylemlerle yanıt vermesi, analistin analizanın bu dinleme şekline göre bir role girmesi (konumuzla ilgili olarak, bir yorumun alınma şeklinin analitik süreci bir çıkmaza sokması) dinamiklerini daha iyi anlamak için “dinlemeyi dinlemek” kavramı önemli bir araçtır (Faimberg, 1997).
[3] “Kara Delik” kavramı, psikanalitik literatürde, erken dönemdeki ağır travmalar, erken ayrılıklar, ölü annenin içselleştirilmesine gönderme yapılarak, psikotiğin çocuksu felaketi anlamında (Bion), psikojenik otizm olarak (Tustin) ve psikotik ve sınırda kişiliklerin yapısal özelliklerini tanımlarken (Grotstein) kullanılmıştır (Kogan, 2002, s.256).